"KUR'AN'DA TALUT VE CALUT ESASLI BİR HAYAT DERSİDİR"

İhsan Eliaçık hoca, " Kur'an'ı Kerim'de yeralan Talut ve Calut kıssası fantastik bir film ya da bir kesikbaş hikayesi değildir. Esaslı bir hayat dersidir" dedi.

05 Haziran 2014 Perşembe 11:39

 Eliaçık hoca, Talut ve Calut kıssasını ayrıntısıyla inceledi. İncelemesini makale haline dönüştüren Eliaçık hoca, " Bir çok Kur’an ve Tevrat tefsirini okuyun ağzınız açık kalır ve kıssanın içinde kaybolur gidersiniz. Sinemada fantastik bir film seyretmiş gibi olur, yorgun geçen bir haftanın bütün stresini atarsınız. Zaten modern insan için dinler bunun için var değil mi? Öyle ya “son tahlilde” İslam da dinlerden bir din, Kur’an’ da kutsal kitaplardan bir kitap (!)" dedi.

Bakara suresi 243-251 arasındaki bölüme yerleştirilen bu kıssanın diğer bir çoğu gibi tanınmaz hale getirildiğini vurgulayan Eliaçık hoca, kıssayı bütünüyle şu şekilde yorumladı: 


“Ölü Kur’an” anlatıcıları diğer kıssalarda olduğu gibi burada da neler anlatıyorlar neler. Kıssada geçen Tâlût, Câlût, Tâbût, Dâvût kelimelerine sırlı ve gizemli manalar yükleyerek “Alaaddin’in sihirli lambası” veya “Uçan halı” tadında, Türklerdeki “Deli dumrul”, “Kesik baş”, “Alper Tunga”, Farslardaki “Zalaoğlu Rustem” veya “Yedi başlı ejderha” hikayeleri gibi bir tür Arap ve İbrani halk hikayesi…


Mesela kısa bir fragman: Bir beldede binlerce kişi veba salgınından ölmüş, cesetler sağa sola saçılmış, peygamber Allah’tan ölüleri nasıl dirilteceğini göstermesini istemiş, Allah da cesetlere “yaşayın” demiş, etler ve kemikler havada uçuşmuş, gelip bedenleriyle buluşmuş ve böylece binlerce ceset dirilmiş, sonra hepsine ‘ölün’ demiş ve binlercesi tekrar ölmüş… Tâbût’ta (kutsal sandık) Hz. Adem zürriyetinden tüm peygamber olacakların resimleri varmış, bu Hz. Yakub’a kadar nesilden nesile gelmiş, en sonunda Yakup soyundan gelen İsrailoğullarının elinde kalmış, onlar savaşa girdiklerinde düşmanları ile çarpırşırken melekler üzerlerinde taşıyormuş, Tâbût’tan ses işittiklerinde zafer kazanacakları kesin olurmuş, savaşlardan birinde Amelika (Filistin) kavmine yenilmişler ve Tâbût’u ellerinden alarak tuvalet olarak kullanılan bir yere atmışlar, öyle ki bu sandukanın bulunduğu yerde def-i hacet yapan herkes basur hastalığına yakalanıyormuş, sonra sandukayı oradan alıp iki öküzün/ineğin üzerine koymuşlar, melekler öküzleri sürüp Tâlût’un evine kadar getirmişler, sonra İsrailoğulları sandukayı Tâlût’un evinde görünce onun komutanları olduğunu anlamışlar, kıssada işte bunlar anlatılıyormuş! (Razi, Kurtubi, İbn Kesir, Taberi)….


Görüyorsunuz kıssa nasıl da “kesik baş” hikayesine dönüştürülmüş. Türklerdeki Dede Korkut hikayeleri gibi Arap/İbrani halk mitolojisi olmuş…


Gerçi hikaye ve masallar gayet öğreticidir ve bana göre esaslı edebiyat metinleridir ama Kur’an’ın anlattığı “kıssa” başka bir şey… (bkz. “Kur’an kıssaları; mucize mi masal mı?” başlıklı makale).


Peki, Kur’an’da anlatılan ne o zaman?


Allah’ın kitabı olarak Bakara suresinin o bölümlerine yerleştirildiğine göre, çağlar boyu insanlar okusun diye evrensel mesajlar veriyor olmalı…


Milyonlarca Müslümana bir şey anlatılmak isteniyor olmalı, değil mi?


Dahası bügünkü insanlıkta karşılığı olmalı, çağımıza bir şey söylemeli.


O halde nedir anlatılan?


Önce kısa bir meal-tefsiri, ardından mesajları…

Malum, Peygamberimiz Medine’ye hicret edince etrafını münafıklar sarmaya başladı. Bunlar müslümanlık taslamakta ve fakat “cihat” ve “infak” söz konusu olduğunda yan çizmekteydiler. Lafa gelince mangalda kül bırakmamakta ve fakat iş icraata gelince ortalıktan kaybolmaktaydılar.


İşte Bedir savaşı öncesi gelen Tâlut ve Câlut kıssası ile münafıklık marazı deşifre ediliyor. Tarihten bir örnek üzerinden hem o günkü, hem de gelecek çağların Müslümanlarına esaslı mesajlar veriyor. Adeta “Sizi bekleyen esas tehlike budur, bunun üstesinden gelemezseniz işgallere uğrar, hep ayakaltlarında çiğnenirsiniz” deniliyor ve tam da bugünkü İslam dünyasının hal-i pür melalini (ayaklar altında sürünen acınası halini) anlatıyor…


Bakın nasıl…


“Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından kaçanların durumu ne garip! Allah ‘ölün’ derse öleceklerini, ‘yaşayın’ derse yaşacaklarını bilmiyorlar. Allah insanoğluna cömertliğinde sınırsızdır. Fakat insanların çoğu nankörlük ediyor. Öyleyse Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah, bütün her şeyi işitiyor, biliyor. Allah'a bir güzel borç verecek yok mu? Kat kat fazlasıyla geri ödenecektir! Darlık veren de bolluk veren de Allah'tır. Dönüp dolaşıp O'na geleceksiniz.” (Bakara; 2/243-245).


Yani: Şu insanlar (işgale uğrayanlar, yabancı çizmeleri altında çiğnenenler) ne garip! Çok kalabalık olmalarına rağmen ölümü görünce kaçar, yurtlarını terk ederler. Hepsi bir kova su dökse İsrail’i sel alacakken, vızıltıları İngiltere adasını sallayacakken rahatlarını ve saltanatlarını kaybetmemek için sus pus olurlar. Ölmeyelim diye kaçarlar fakat korktukları başına gelir, ölürler. Öldük bittik dedikleri bir anda da akla hayale gelmedik şekilde hayat bulurlar. Demek ki “korkunun ecele faydası yok”tur… Oysa “Ecel gelirse cihana baş ağrısı bahane”dir… Allah’ın hükmünden kaçılmaz, Allah’tan ümit kesilmez. Ancak Allah “ölün” derse ölürsünüz, sadece O “yaşayın” derse yaşarsanız. Bu sizin amellerinizle birlikte cereyan eder. “Allah dağına göre kar verir.”, “Allah verirse, el verir, sel verir, yel verir”. Allah “yürü ya kulum!” dedi mi artık onu kimse tutamaz… Bu nedenle ölümden korkmayın, yığıp biriktirdiklerimiz azalır, fakir düşeriz diye infaktan kaçmayın. Karz-ı hasen yapın. Karşılıksız, hiçbir beklenti içine girmeden verin. Canlarınızla ve mallarınızla seferber olun. Bu nedenle ey iman edenler, gelen ayetleri iyi dinleyin!


“Musa'dan sonra, İsrailoğullarının ileri gelenlerini hatırla. Peygamberlerine ‘Bize bir komutan ata ki Allah yolunda savaşalım’ demişlerdi. ‘Ya savaş emri gelince cayarsanız?’ dedi. ‘Ülkemiz işgal edilmiş, memleketimizden sürülmüşüz; böyleyken Allah yolunda neden savaşmayalım?’ dediler. Savaş emri gelince, pek azı hariç geri dönüp kaçtılar. Allah zalimlik edenleri çok iyi biliyor. Peygamberleri onlara ‘Bilin ki Allah size komutan olarak Tâlût'u atadı’ dedi. Bunun üzerine ‘Biz, liderliğe daha lâyık olduğumuz halde, malı mülkü olmayan yoksul birisi bize nasıl komutan olur?’ dediler. ‘Allah onu seçti; bilgili ve bahadır birisi, Allah mülkünü lâyık gördüğüne verir, Allah her şeyi kuşatan ve her şeyi bilendir’ dedi.” (Bakara: 2/246-247).


Yani: Siz (Yahudiler) halkınız üzerinize oligarşi kurarak belirli işleri kendi aranızda paylaşmışsınız. Peygamberliği Lavi ibn Yakup’un boyuna, hükümdarlığı Yehuda’nın soyuna tahsis etmişsiniz… Siz (Müslümanlar) “İmamlar Kureyş’tendir” diyerek işi kabileciliğe vurmuşsunuz. “Oniki imam” soyundan gelmesi gerekir, “Seyyid” olması şarttır, “Şii olamaz”, “Sünni caiz değil” vs. yaveleriyle kuruntularınızı din haline getirmişsiniz… Bunların dışından gelenleri önderliğe lâyık görmüyorsunuz. Hâlbuki bu mudur Allah katında ehliyet ve liyakatin ölçüsü? Eğer savaş ise söz konusu olan, işi bilen, savaşmanın gereklerinden olan bilgi, cesaret, yiğitlik, mertlik gibi özellikler liyakat için yeterlidir. Bu özelliklere sahip olan Tâlût gibi birisinin öne çıkmasına şaşmanız yersizdir. Asıl “Yakup’un boyundan, Yehuda’nın soyundan değil (zengin değil parası yok)” şeklindeki oligarşik kuruntularınızdır yersiz olan…


“Peygamberleri onlara ‘Onun komutan yapılmasının gerekçesi yanınızdaki kutsal emanetlerde (Tâbût) vardır. Meleklerin indirdiği, Rabbinizin doğru yolunu gösteren o kutsal emanetlerde Musa ve Harun ile onların yolunda yürüyenlerin hatıraları bulunuyor. Eğer inanıyorsanız size bu yeter.’ dedi.” (Bakara; 2/248)


Yani: Tâlût’un neden komutan olarak tayin edildiğini merak ediyorsanız o size uğur getireceğine inandığınız, içinde ne yazıldığına bile bakmadan el üstünde taşıdığınız, duvarlara astığınız, okuyup üfürdüğünüz, muska yazdığınız, fal baktığınız, bekçisi olmakla övündüğünüz ve “kutsal emanetler” olarak saklayıp durduğunuz o sandığı (bugün Kur’an’ı) bir düşünün… Orada Allah yolunun ilkeleri, doğruluk ve dürüstlük yolunun prensipleri, ehliyetin ve liyakatin ne ile olacağı anlatılıyordu. Tâlût, o kutsal emanetler dediğiniz sandığın (bugün Kur’an’ın) ruhunu sürdüren, o öze, o ruha bağlı, gerçekten o yolda yürüyen birisiydi. Eğer Musa’ya (bugün Muhammed’e) indirilene inanıyorsanız, gerçekten onun yolunda yürüyorsanız kutsal sanduka, sır dolu oda hikayelerini bırakın, yaşayana dönün. Tâlût’un komutan olarak öne çıkmasına itiraz etmenizin bu nedenle hiç bir anlamı yoktur…


“Tâlût askerleriyle beraber savaşa çıkınca ‘Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen hariç, kim ondan içmezse bendendir’ dedi. İçlerinden pek azı hariç hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve iman edenler beraberce ırmağı geçince ‘Bugün bizim Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur’ dediler. Allah'a kavuşacaklarına inananlar ‘Nice az sayıdaki bir topluluk, Allah'ın izniyle kalabalıkları darmadağın etmiştir. Allah güçlüklere göğüs gerenlerle beraberdir’ dediler.” (Bakara; 2/249)

Yani: Eğer bir savaşı kazanmak istiyorsanız her şeyden önce zafere olan inancınızı yitirmemelisiniz. Bu çok kuvvetli bir inanç olmalı ve yüksek derecede bir iç disiplin ile desteklenmeli. Nefsine galip gelemeyenler düşmana galip gelemezler. İnanın, kendinize güvenin, tedbirlerinizi alın, vesilelere sarılın ve Allah’a dayanarak yürüyün, gerisi gelecektir. Kendinizi tutun, disiplinli olun. “Geç” denilen yerde geçin, “dur” denilen yerde durun. Ganimet ele geçirme, köşe dönme, malı götürme sevdalarından vazgeçin. Yalnızca iyilik ve adalet için mücadele edin…


“Câlût'un ordusuyla karşılaştıklarında ‘Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Bize cesaret ver ki tutunalım. Kâfirlere karşı bize yardım et.’ dediler. Sonunda Allah'ın izniyle onları yendiler. Davut da Câlût'u öldürdü. Allah Davut'a önderlik ve bilgelik verdi, istediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah kötüleri iyilerle defetmeseydi yeryüzü altüst olurdu. Allah insanlığa karşı alabildiğine cömerttir.” (Bakara; 2/250-251).


Yani; Davut o dönemde, Tâlût’un ordusu içinde savaşan bir askerdi. Düşman ordusunun başı Câlût ile mübarezeye çıktı. Onu öldürdüğü gibi savaşta nice kahramanlıklar gösterdi. Giderek bütün dikkatleri üzerine topladı ve önderlik makamına kadar yükseldi. Böyle nice ilimleri öğrendi. Onun zamanında bölge en parlak dönemlerinden birisini yaşadı. Bütün bunlar inanmış ve Allah’ı dayanmış bir topluluğun neler yapabileceğine, kötülerin iyiler eliyle nasıl bertaraf edilebileceğine örnektir…


Dinleyin ve ibret alın ey ülkeleri işgal edilmiş, yurtları çiğnenip geçilmiş olduğu halde, üstelik yüz binlerce kişi oldukları halde yerlerine çakılıp kalmış, çaresizce kurtarıcı bekleyen İslam dünyası toplulukları! Dün onlardı, bugün siz, yarın başkası…

Demek ki:

Münafıklık hastalığına düçar olan Müslümanlar zillet ve alçaklık damgası yemeğe mahkum oluyorlar. Çünkü onlar binlerce kişi olmalarına rağmen “cihat” ve “karz/infak” kaçkınıdırlar. Can ve mal korkusu nedeniyle şereflerini yitirmiş, onursuz duruma düşmüşlerdir. Bunlar Talut döneminde Şeria’nın, İsa döneminde Yeruşalim’in, Muhammed döneminde Medine’nin münafıkları gibi her çağda boyuna yan çizer, savaştan kaçar, can ve mal derdine düşerler…


Derler ki;


1- “Ülkemiz işgal edilmiş, memleketimizden sürülmüşüz. Bir komutan/önder çıksın ki savaşalım…” Oysa savaş emri gelince de pek azı hariç geri dönüp kaçarlar…


2- Bir komutan/önder ortayı çıktı diyelim, beğenmezler. “Yoksul, parası yok, zengin değil; bizden değil” diyerek kabul etmezler. Oysa aslolan ehliyet ve liyakattir. Kim olursa olsun bilgi, cesaret ve savaş yeteneği olan savaşta önderliğe layıktır. O duvarlarda asılı duran, abdestsiz dokunulamayan, kutsal emanetler odasında ziyaretlere açılan “kitap/sandık” ta çağlar boyu söylenen budur oysa…


3- Komutanı/önderi kabul ettiler diyelim, savaş alanına çıkınca yine yan çizerler. “Sudan içme” denilir içerler, “Kıyada dur” denir durmazlar, “Kalk” denir kalkmaz, “Otur” denir oturmazlar… Boyuna bahane ararlar. Adamı yarı yolda bırakıverirler. En lazım oldukları yerde satarlar. Anında tornistan yapıp saf değiştirirler. Kendi halkına karşı dolar karşılığı savaşır, kurşun sıkabilirler. Çünkü münafık mankurttur aynı zamanda. Tarihini ve hafızasını kaybetmiştir. İflah olmaz bir can ve mal tutkusu vardır…


Bunun içindir ki Kur’an’da samimiyet ile samimiyetsizliğin ayıraç noktası olarak “ağaçtan yeme”, “gemiye binme”, “deveyi kesme”,”inek kesme”, “nehirden içme” imgeleri kullanılır. Bunlar imani, insani ve ahlaki “sınırların” ifadesidirler. Tâlût ve Câlût kısasındaki nehirden içme de böyledir.


4- Nehri geçtiler diyelim, bu sefer de “Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yok” (konjöktür/reel-politik vs.) mazeretleri üretirler. Dünya sistemi ekonomiyi çökertir, bizi yaşatmaz derler.


5- Sonuçta kala kala bir avuç inanmış adam kalır ve onlar da şöyle der; “Nice az sayıdaki topluluk Allah’ın izni ile kuru kalabalıkları darmadağın etmiştir. Üzerimize sabır yağdır, bize yardım et ey Rabbu’l-Müstazafin!”


Bu bir avuç inanmış adam da 312 kişi de olsa Bedir’e çıkıp toprağı titretir. Mü’min olmanın ne demek olduğunu gösterir. Bu nedenle Hz. Peygamber Bedir’de şöyle buyurmuştur; “Siz bugün nehri geçtikleri esnadaki Tâlût’un ashabı kadarsınız. Onunla nehri geçenler gerçekten mü’minlerdi…”


Kur’an’daki Tâlût ve Câlût kısassının vermek istediği evrensel mesajlar bunlar olmak icap eder.


Nüzul ortamı gereği ve konu uzamasın diye burada daha çok savaş ile sınırlı tuttum. Siz bunu hayatın her alanına yayabilirsiniz. Çünkü hayat korkmamamız gereken Câlûtlar, destek çıkmamız gereken Tâlûtlar, zırhı ve sapan taşı lazım olan Dâvûtlar, korumamız gereken Tâbûtlar, içmememiz gereken sular ve geçmemiz gereken nehirlerle doludur…


Bu nedenle, bu kıssa, zafere giden yoldaki taşlara, engellere, çukurlara, ihanetlere, bağlara, sapmalara, çekmelere, çelmelemelere rağmen nehri geçerek (engelleri aşarak) kala kala geriye bir avuç kalanların nasıl hedefine ulaşacağının öyküsüdür.


Bir anlamda esaslı bir hayat dersidir.


Bu haliyle kıssa, yenilmiş, işgale uğramış, esarete düşmüş üstelik de günahlara batmış, hatalara, yanlışlara, hurafelere gömülmüş bir kişinin/ülkenin/halkın/ümmetin nasıl kurtulacağını anlatıyor. Bunun yollarına işaret ediyor.


Bir kurtarıcı/komutan/önder (veli/nasir/melik) bekleyenlere muhtaç oldukları kudretin nerede olduğunu gösteriyor.


Câlût’un düşmanlığı, Tâlût’un bahadırlığı, Dâvud’un cesareti, nehri geçen bir avuç insan, cihat ve infak (karz-ı hesen), serdengeçti az bir topluluk, yol gösterici sanduka/tâbut (Kitap)…


Bedir’e çıkan 312 kişi öncesinde bunlar neden anlatılmış olabilir?


Ve bugün bize neden döne döne okutulmakta?


Çünkü büyük davalar hep böyle başlar.


Tarihin akışı böyle değişir.


Tâlût ve Câlût kıssası bunun için, tarihi yapanların “nehri geçenler” olduğunu, Allah’ın onların gören gözleri, işiten kulakları, haykıran sesleri ve yürüyen ayakları olacağını anlatır…


Kur’an kıssalarının kahramanı, bu nedenle, kıssayı o anda kim okuyorsa o olmak icap eder. “Yaşayan kıssa” budur…


Bir de böyle okuyun bakalım geceleri uyku tutacak mı?"

yuzdeyuzhaber





Son Güncelleme: 05.06.2014 11:46
Yorumlar

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol

Avatar
mehmet atabay 2014-06-06 11:39:02

ya esaret ya cesaret!

Avatar
nasrullah keskin 2014-06-05 22:13:47

[email protected] gerçek suki hiç bir müslüman bu ağır yükün altına girmez.Öyle bir nesil yok suan .