Kur’an; dünyevi, beşeri ve batıl sistemlerin dışında, kapsayıcı ve adaletli bir sistem getirmiştir. Ancak bu ilâhi olduğu kadar dünyevi sistem, tarihte çok kısa dönemler dışında tam anlamıyla uygulanmamış ve selefi, sufi, eşari gelenekçilik, İslam’ın yenilikçi özünü karartmıştır. 
İnsan, dünyevi hayatın evriminde en son ve mükemmel bir biçim olarak yaratılmış ve âlem ile Allah arasında ilâhi hayata geçebilecek bir irade ve hissiyatla donatılmıştır. Kur’an’ın sunduğu ilkeler sade, açık, yeterli ve insanların toplumsal hayatına en uygun ilkelerdir. Ancak insanların çoğunluğu, nefs ve sefa düşkünlüğü ile akıl ve vicdanlarını dünyevi ihtiraslara ipotek etmeyi seçtiklerinden dolayı, hüsran ve ziyan içine düşmüşler ve daha utanç verici olarak da, kendi zaaflarını İslam’a yüklemekten vazgeçmemişlerdir. Bazıları, İslami hayatı tahrif ederek, kendi eksiklik ve zaaflarını, İslam görüntüsü altına saklamışlardır.
Bu anlamda Kur’an’ın ekonomi politiğinden bahsetmek demek, aynı zamanda insanların eksiklik ve zaaflarından bahsetmek olduğu kadar, kapitalizmin bencilliğinden ve insanın doğasına yabancı olan bütün otoriter ve totaliter sistemlerin eleştirisinden bahsetmek demektir. 
Hakk, insanı ihtiyaç sahibi olarak yaratmış ve insan yavrusu, uzun bir süre bakıma muhtaç kılınmıştır. Bunun için insan, sosyal bir varlık olarak yaşamak zorunluluğundadır. Ayrıca Hakk, insanın ihtiyaç hissettiği her şeyi, doğada eksiksiz olarak ona sunmuş ve ona ihtiyaçlarını karşılaması için özgür bir irade ve nimetlerini hakkıyla bölüşmesi için adalet hissiyatı vermiştir. Hakk, insanın; ekonomik hayatı düzenlemesi noktasında özgürlük ve adaleti, bir bütün olarak hayatında özümsemesini öğütlemiştir.
Esas olarak Kur’an, ekonomiyi ve maddi dünyayı, insan hayatının en belirleyici gücü olarak gören, otoriter ve totaliter düşünceleri reddeder ve insanları öncelikle, zararlı hırs ve tutkularından kurtulmaya, tevazu ve samimiyet içinde erdemli bir hayatı yaşamaya davet eder. Kimsenin kimseye kul olmadığı, insanların kendi geçimlerini, kendi emekleriyle sağladığı, barış içinde bir hayat önerir. Bu sistemde, asalaklık, istismar ve tembellik, ayıp ve kusur sayılır. Karar verme hakkına ve kul hakkına göz dikmek ise, en büyük günahtır. 
Toplumdaki uzlaşmaz çelişkilerin, sadece ekonomik ilişkilerdeki çarpıklık ve tahakkümlerden kaynaklandığı ve bu ekonomik ilişkiler düzeltildiğinde, toplumun huzur ve barışa kavuşacağı yönündeki görüşler, Kur’an’a; kolaycı ve geçici çözümler olarak görünür. Kur’an, insanı temel alır. Her insanın, iradesini ve hayatını özgürleştirmesini öğütler. İnsandan hareketle, etik ve moral değerleri güçlendirir ve hayatın bütün alanlarında, insanların özgürlükçü bir adaleti kuvvetlendirmelerini önerir. İnsanların vicdani ve ahlâki olarak kendi ayakları üzerinde durabilme hak ve hukukuna ulaşmalarından sonradır ki, ekonomik ilişkilerdeki adaletin tesisi ve kalıcı olabilme olanağı kazanması mümkün olabilir. Manevi yönü boşlukta olan insanların, ekonomik özgürlüğü ve refahı kazandıkları ve maddi yönden doyuma ulaştıkları anda bile, tekrar bunalıma düşebilecekleri açıktır. Manevi yönü zayıf bırakılan insanların azgınlaşmaları ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları doğaldır. Öyleyse insanların nefsi ve vicdani arınma sürecine öncelik verilmeli,  eğitim, salat/destekleşme süreci, asla sekteye uğratılmamalıdır. Kur’an, insanlığın gerçek diriliş ve kurtuluş yönüne, bu uyarılarla dikkat çekmektedir. 
Mülkiyet, genel anlamda ‘sahip olma hakkı’ olarak hayatın içinde bir otorite oluşturur. Mülkiyetin fitri/doğal bir olgu olması ayrıdır, arızi ve hukuki bir konu olması ayrıdır. Örneğin hayvanlar; yuvasını, yavrusunu ve yiyeceğini sahiplenir ve bu hâl, doğal/fıtri bir durumdur. Öte yandan insanlardan bazıları; bilgisini, sanatını, kültürünü ve zekâsını, çalışkanlığı ile ilerletebildiğinde, bir süre sonra elde ettikleriyle bir otorite haline gelebilir. Ancak insanın; ne bilgisi ve sanatıyla, ne de maddi gücüyle, diğer insanlar üzerinde maddi ve manevi belirleyici bir otorite kurma hakkı yoktur. Kendi ihtiyacından fazlasını paylaşmak erdemine ulaşamayan insan, zaten Müslüman olma aşamasına ulaşamamış demektir. Kur’an, özel mülkiyeti mutlak olarak reddeden aşırı görüşleri, ölçülü olmaya davet ettiği gibi, büyük çaplı biriktirmeye doğru çıkan özel mülkiyet hırsını da reddeder. Her insanın kendine yeterli, sade ve mütevazı bir hayatı kazanma ve sürdürme hakkı olması gerektiği ve manevi olarak huzurlu olmanın yanında bir evi, bir ulaşım aracı ve bir mesleği olduğunda, insanların daha mutlu ve huzurlu olacağı, Kur’an’ ın bütünlüğünden çıkan sonuçlardır. 
Teknikte ve dolayısıyla üretim araçlarındaki gelişmeler, başlangıçta toplumun ortak çıkarlarına hizmet ediyorken, kamusal servetlerin belli ellerde toplanmasının ardından, mülkiyet toplumsal bir dengesizlik ve eşitsizlik kaynağı haline gelmiş ve mülksüzleştirilen insanlarla, mülk biriktirerek güç ve iktidar kazanan zalimler arasında çatışmalar başlamıştır. Elbette insan, özgür iradesi ve aklıyla yaratılmış olduğundan, zorunlu ihtiyaçlarını doğadan karşılama yeteneğine ulaşabilmiş ve birçok araç gereç geliştirerek, servet biriktirme aşamasına geçmiştir. Ancak insanların, servet ve mülkiyet biriktirme istekleri haddi aştığında, kendilerinin ve içinde yaşadıkları toplulukların manevi, ahlâki, ekonomik ve idari yaşam değerleri yok edilmiş, çürütülmüş ve topluluğun içten parçalama süreci başlatılmıştır. 
Fesat ve nifak, haset ve kibirle ilerleyen mülkiyet ve servet hırsı, Kur’an’da en çok itiraz edilen bir sorun olarak aktarılmıştır. Mülkiyet edinme hakkının, temel gereksinimlerin tatmin edilme sınırlarını aşarak, insanın doğasını/fıtratını bozmasına doğru ilerletilmesi, Hakk’ın düzen ve adaletine karşı çıkılması anlamına gelmektedir. Bazı insanlara Hakk tarafından farklı fiziksel güçler, sanatsal yaratı ve teknik beceriler verilmiştir.  Bu yetenekleri geliştirebilen insanlar, ihtiyaçlarından daha fazla üretim yapabilirler. Ancak bu fazlalığı stoklayan, daha fazla mal ele geçirmek için uygun zamanda satan, böylece daha fazla mal ve servet gücü biriktiren ve bu gücü, diğer insanlar üzerinde üstünlük ve ayrıcalık sağlamak için kullanan “Bahçelerin sahibi olan” insanlara, Kur’an’ şiddetle karşı çıkmaktadır. Bu zalimleri, bu dünyada ve öte dünyada büyük bir azabın beklediği açıkça ifade edilmektedir.
Başlangıçta değer ölçüsü ve alış verişte, malları emek-zamanına göre eşitleyen bir değer aracı olarak kullanılan paranın, giderek maldan daha değerli bir nesne ve değişim aracına dönüşmesi, faizi yaygınlaştırdı ve tüccarları daha da zenginleştirdi. İnsan yeteneklerinin ve emek değerlerinin gelişmesi, güç ve iktidar sahiplerinin eline geçti. İnsanlar arasındaki yardımlaşma ve dayanışma giderek ikinci plana düşürüldü. İnsanların da temel içgüdüsü olan yaşama içgüdüsü, savaşlarda açığa çıkan bir gaddarlığa dönüştürüldü. 
Esasında ticaret ve mal değişimi, alıcı ve satıcının elindeki malı alıp satma ihtiyacından öteye taşınmamalı, servet ve para biriktirmeyi amaçlamamalıdır. Asalaklığa meyilli olabilen tüccarlar, bu mesleği servet edinme ve para biriktirme amacına bağımlı kıldıklarında, topluma zararlı, yanlışlık ve bunalım üreten bir meslek sınıfı oluşturabilirler. Her meslekte esas amaç, sadece kendisinin değil temel olarak toplumun ortak iyiliğinin ve adaletinin korunması olmalıdır. Bu anlamda para, bir değişim aracı olarak kalmalı ve servet edinme amaçlı bir araç haline asla getirilmemelidir. 
İlk çıkışından itibaren despot devletlerin amacı; ticari teşebbüslere girişmek, maden ve enerji sektöründe yatırımlar yapmak, altın ve para biriktirmek ve nihayetinde ticareti kontrol altına almak olarak düzenlenmiş ve zorba devletler; tahakküm ve statü zinciri oluşturmaya hizmet etmişlerdir. Akabinde, bireylerin ve toplulukların özgürlüğünü sınırlayan ve adaletsizliği besleyen bir belâ haline gelmişler ve sonuçta bu durum, devletin her zaman adaletle ve herkese eşit mesafede yürütmesi gereken kamu işlerinin, bir kesimin elinde güç ve servet biriktirmesine yol açmıştır. Bu ise, Kur’ani açıdan kabul edilebilir bir durum değildir ve İslam’ın ilk yıllarından itibaren toplumda kayırılan, ayrıcalıklı kesimlere karşı gerçekleşen Müslüman direnişin temel çıkış noktalarından biri de budur. İslam, toplumdaki bu adaletsizliklere itiraz etmek ve bu asalak ilişkileri nihayete erdirmek için gelmiştir. Zenginlerden merhamet ve şefkat dilenen bir İslam yoktur. Merhamet Hakk’ın bir lütfudur ve sadece Hakk’tan istenir. Hakk’ka yaklaşmak isteyen herkes öncelikle merhamet ve şefkat sahibi olmayı başarmalıdır.
İnsanın öne çıkan ve toplumu çöküntüye uğratan, mal ve servet biriktirme hırsının yok edilmesi, sadece otoriter kanunlarla değil, esas olarak Hakk ve hakkaniyet inancının, adalet hissiyatı ve gönüllü dayanışmanın gelişmesi ve vicdanlarda ete kemiğe bürünmesiyle mümkün olacaktır. İnsanın fıtratına, ahlaki ve vicdani değerlerine ters düşen bütün değişim kuramları, istikrarlı bir devamlılık gösteremezler. Mülkiyet sistemindeki bir değişiklik, bir otorite tarafından gerçekleştirildiğinde, eğer bu otoritenin inançlara ve manevi değerlere uygun bir temeli yoksa gerçek bir değişim ve dönüşüm gerçekleştirilemez. Gerçekleştirilse bile mal ve servet biriktirme tutkusuna bağımlı olan zalimler, en kısa zamanda bu kuramları da kendi çıkarlarına uygun hale dönüştürürler. 
Kur’an ve sünnetullah, ekonomi konusunda ana ilkeleri açıklar ve gerisini insanlara bırakır. Bu ana ilkeler ışığında insanlar, şartların değişimine göre aklederek, gelişen sorunları çözebilecek özgür bir iradeye ve yenilikçi bir mantığa her zaman ve her şart altında sahip olmalıdır.
Bu ilkelerin başında, toplumsal hayattaki ekonomik ve politik düzenin, insanlar ve diğer canlılar için yaratılmış olan doğanın eko-sistemini bozmayacak ve onu koruyacak, ilkesel bir bütünlük oluşturması gelmektedir. Öyleyse insan toplulukları doğal/fıtri düzene bağlı, doğa ile uyumlu bir bütünlük içinde yaşamalıdır. İkincisi, doğada ve toplumda hiç bir şeyin israf edilmemesi gelmektedir. Üçüncüsü, asalaklığa ve istismara yol açan faizin haram kılınması/yasaklanmasıdır. Dördüncü ilke, servetin ve gücün belirli ellerde tekelleşmesinin engellenmesi gerektiğidir. Beşincisi, insanın emeğinden başka bir hak iddia etmemesi gerektiği ve altıncısı, başkasının emeğini gasp etmenin ve insanı köleleştirmenin, azgınlık ve bozgunculuk olmasından hareketle, reddedilmesi gerektiğidir. Ayrıca İslam devletinin; eğitim ve sağlık, güvenlik ve imar politikalarında, kamuya eşit ve adaletli davranması gerektiği, Medine Devletinden dört halife döneminin sonuna kadar kabul edilmiş ve uygulanabilmiştir. Yukarıdaki ilkeler çerçevesindeki dönem, yarım asır kadar sürmüş ve saltanat döneminin başlamasıyla sona ermiştir. Denilebilir ki, bu dönemdeki uygulamalara bakıldığında Müslümanlar, aşırı zenginliğe ve fakirleşmeye karşı aldıkları dayanışma ve destekleşme tedbirleriyle, toplumun aşırı uçlarını törpüleyerek, toplumu; orta bir yerde buluşturmak istemişler ve herkesin birbirine yakın bir seviyede, mütavazı bir hayat yaşamasını uygun görmüşlerdir.
 

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol