Menzilcilerin Son Hedefi Jandarmaymış!

Sözcü gazetesi yazarı Necati Doğru, köşesinde Menzil Tarikatı’nın Jandarma içine sızmak üzere olduğunu iddia etti. Doğru, “Menzil tarikatı, iktidara, devlete, bakanlıklara, önde gelen kurumlara sızmış; jandarmaya da sızmak üzereymiş" diye konuştu.

20 Ekim 2020 Salı 08:45
Menzilcilerin Son Hedefi Jandarmaymış!

Sözcü gazetesi yazarı Necati Doğru, son dönemin sıkça adından söz ettiren topluluğu Menzil tarikatıyla ilgili köşesinde çok konuşulacak bir yazı kaleme aldı.

Doğru, Menzil Tarikatı’nın Jandarma içerisine sızmak üzere olduğunu yazdı.

Tarikat üyelerinin, Şeyhin yemeğinden bir parça kapabilmek için birbiri ile yarıştığını belirten Doğru, "Tarikatın şeyhi “Gavs” imiş. Gavs dünyanın manevi yöneticisi olduğuna inanılan kişiymiş. Son haberlere göre Sağlık Bakanlığı Menzil Şeyhi'nden soruluyormuş. Şeyhin tükürüğünde, üfürüğünde her şeklinde keramet buluyorlarmış. Onun yemek artıklarından bir parça kapabilmek için birbirlerini çiğnemekteymişler” dedi.

“JANDARMAYA SIZMAK ÜZERELER”

Doğru, Menzil Tarikatı’nın Jandarmaya da sızmak üzere olduğunu belirterek, şu ifadeleri kullandı:

Tarikatlar! Devlete sızarlar. Sızdırılırlar. Din pazarlarlar. İnanç soyarlar. Diyanete şirktirler. Şirketler kurarlar. İhale alırlar. Devleti de soyarlar. Tarikatlarınız!İslam ahlakına. İslam medeniyetine. İslam terbiyesine. İslam tasavvufuna. İslam hoş görüsüne. Ne katkı yaptı? Susmaktasınız! Niçin? Menzil tarikatı, iktidara, devlete, bakanlıklara, önde gelen kurumlara sızmış; jandarmaya da sızmak üzereymiş"  
 

ŞAHİN FİLİZ: ASIL HEDEF DEVLET...

Öte yandan İlahiyatçı Şahin Filiz hoca da 'Fetö Bağlamında Cemaat ve Tarikatlar' başlıklı çarpıcı bir analiz hazırladı.

İslamiyet’in doğuşundan önce Araplar dağınık, birbirinden kopuk ve aşiretler halinde yaşıyorlardı. Üstelik aralarında, farklı dünya görüşü ve çıkarlar yüzünden kıyasıya çatışmalar, kanlı hesaplaşmalar sürüp gidiyordu. Hz. Muhammed’e İslam’ın vahiy edilmesinden sonra bir ideal ve bir peygamber çevresinde toplanmaya başladılar. Aralarındaki çatışmalar duruldu ve bir millet olma yoluna girdiler. Ne ki Hz. Muhammed hayattayken bile, kadim aşiret yapılarından kalma yağmacılık ve çapulculuk tabiatlarını kolay unutmadılar ve bu kez, sürtüşmenin görünen nedeni, din bağlamındaki farklı yorum ve görüşler idi. Peygamber’in olağanüstü zekâsı ve liderliği, hiç olmazsa hayattayken onları bir Arap ulusu olarak toparlamayı başarmıştı. Sağlığında Arapların İslam öncesi yani “Cahiliye” denilen devirlerdeki hizipçiliğe ve ayrışmalara kapılmalarına izin vermeyen Hz. Muhammed, İslam’ın barışçıl, birleştirici, dayanışmacı ruhuna sürekli vurgu yaptı.

Vefatından sonra Arap kavmi, İslam öncesi kabile geleneğinden doğan anlaşmazlıkları, Kur’an ve Hadis’ten devşirdikleri nasslarla siyasi bir çekişmeye dönüştürdüler. Hilafet, Kırtas vakası, Cemel ve Sıffin savaşları hep Hz. Muhammed’in vefatından sonra, görünüşte dini ama esasen siyasi çıkarlar düzleminde patlak verdi. İslam birliği yerine, farklı gurupların din söylemiyle maskeledikleri küçük hiziplerin çatışmacı dağınıklığı egemen oldu. Bu dağınıklığı,  tek bir şey derleyip toparlayacaktı: İslam medeniyeti. IX. Yüzyılda başlayan İslam Rönesans hareketi, felsefe ve bilimlerin yardımıyla ortaya çıktı. Müslümanlar, kendi iç çekişmeleri yerine bilim ve felsefenin aydınlığı ile hem kendileri ve hem de başka dünyaları aydınlatmaya başladılar. Çünkü İslam, Yahudilik ve Hristiyanlığa göre bilim ve felsefeye daha açık ve aydınlık bir dindir. Müslümanlar, hiçbir din ve mezhep farklılığı gözetmeksizin Yahudi, Hristiyan ve Süryani bilim insanları ve filozoflardan yararlanmakta asla besi görmemişlerdir. Bu güne kadar varlığını sürdüren bütün mezhep, meşrep ve görüşlerin kaynağı, Hz. Muhammed dönemi ve hemen sonrasında başlayan siyasal içerikli dini çekişmeler değil, felsefi ve bilimsel çalışmalardan doğan İslam düşünce geleneğidir. Bu dönemde ortaya çıkan mezhepler, daha önceki siyasi çekişmelerden etkilenmiş iseler de, farklılık ve çeşitliliklerini felsefi ve bilimsel düşünceyle tanımlıyorlardı.

Yüzyıla doğru İslam dünyası, bilim, felsefe ve sanata dayalı Rönesans’ını yitirince, içteki çekişmelerin ekseni yeniden, Hz. Muhammed ve hemen sonrasına rastgelen dönemdeki siyasal çıkar kavgalarına doğru tekrar oturmuş oldu. Yaklaşık beş altı yüzyıldan bu yana cemaat ve tarikatların oluşumu işte bu siyasi didişmelere bağlı olarak gelişmiş ve gelişmektedir.

AMAÇ DEVLETE SIZMAK
Her din ve kültürde olduğu gibi doğal olarak İslam’da ve İslam kültüründe de görüş ayrılıkları, mezhep farklılıkları ve hayata bakışta çeşitlilik olabilir. İslam düşüncesi bir gökkuşağı gibi zengin ve çeşitlidir. Bu doğaldır, doğal olmayan nokta, bu farklı  görüş ve kanaatlerin bilimsel, felsefi ve sanatsal ekseninden çıkmış olmasıdır. İslam dünyasında bu eksen kayması, yalnız insana ait olan felsefe, bilim ve sanatın körelmesi hatta ortadan kalkmasına yol açmıştır. Cemaat ve tarikatlar, işte tam da bunlardan, kısacası insandan kopuk bir zemine dayanarak oluştuğu için, İslam dünyası ve Müslümanların en tehlikeli iç düşmanı haline gelmişlerdir. Tarihte XII. Yüzyılda Hasan Sabbah’ın liderliğinde kurulan Haşhaşiler bu örneklerden sadece birisidir.

FETÖ de bu cemaatler ve tarikatlardan biridir. Bazılarının iddia ettiği gibi, “önceden sahih bir İslam anlayışına ve toplumun dindarlaşmasına hizmet ederken, sonradan Ehl-i Sünnet ve ‘l-Cemaat yolundan saptıkları” için devlete sızıp terörist bir kalkışmada bulunmuşlardır demek, koyu bir cehaletin, olmadı, saflığın ifadesidir. Çünkü bütün cemaat ve tarikatlar, yeterli güce eriştiğine kanaat getirmediği sürece, devlete sızmamayı, nihayet devleti ele geçirmemeyi masum bir dindarlık ve İslam’a hizmet görüntüsü altında bir kuluçka aşaması olarak telakki ederler. Fetö de diğer cemaatler gibi aynı yolu izleyerek bu felaketin öznesi olmuştur.

CEMAAT VE TARİKATLARIN ORTAK ÖZELLİĞİ
Eklektik ya da senkretik olsun, Fetö neresinden bakarsak bakalım, diğerleri gibi bir cemaat ve tarikattır. Peki cemaat ve tarikatlarin ortak özellikleri nedir?

Bir kere felsefe, bilim, sanat ve eleştirel düşünceye kapalıdırlar. Zaten varoluş gerekçe ve nedenleri budur. Hz. Muhammed’in “ümmi” olduğu şeklindeki tarihsel yalanı, (Benim tespitlerime göre Hz. Muhammed ne cahildi, ne de ümmi idi; onun okur-yazar ve bilgili olması vahiy almasına engel değil, aksine vahyi daha iyi anlayıp anlatmasına neden  olmuştur) şeyh ve liderlerinin cehaletleri için meşrulaştırıcı bir mesnet olarak kullanırlar. Tıpkı Hz. Muhammed’in “ümmi” olmasından dolayı vahyin “tabula rasa” misali zihnine rakipsiz dolması gibi, “okuma-yazma bilmeyen” şeyhlerinin de Hz. Muhammed gibi önceki tüm düşünce ve fikirlerden arınık bir zihne sahip olduklarını ileri sürerek kör bağlılığı sağlayabilmektedirler. Fethullah’ın “ilkokul mezunu” olması bu açıdan “cehaletin erdemi” olarak görülmektedir.

Diğer cemaat ve tarikatlar de liderlerinin “susması”, “konuşmayı sevmemesi”, “işaret diliyle anlatması”nı, bilim ve felsefeden daha üstün bir insanlık durumu olarak propaganda ederek, Fetö ile aynı noktada birleşirler. Örneğin Süleymancılık, Menzil Cemaati, Cübbelisi cübbesizi, irili ufaklı bütün dini gurupların temel referansı, Hz. Muhammed’i öveyim derken yerdikleri “ümmilik”tir. Ümmi olmak, hele bilim, felsefe ve sanat gibi insana dair olan her şeye kör ve sağır olmak, gerçek dindar olmanın olmazsa olmaz koşuludur.

Bir başka benzerlik, sürekli olarak mali, sosyal, siyasal güç toplamaktır. Türk kültüründe yardımlaşma, dayanışma ve humanistik öğelerin bulunması gibi temel milli kültürel öğeleri Fethullah, emperyalist amaçlara alet etmiştir. Gücün, belirlenen amacı gerçekleştirecek düzeye gelmesi için, takiye hayati bir maniveladır. “Hizmet”, “dindarlık”, “fakir fukaraya yardım”, “iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak” gibi kutsal kelimeler bu güç toplama yolculuğunun, mevcut devlete ve topluma sevimli görünme avadanlıkları haline getirilmiştir. Cemaat ve tarikatlar, elde ettikleri ya da etmekte oldukları gücü, içinde bulundukları devlete ve millete rakip ve alternatif bir güç olarak kullanma yöntemleri bakımından elbette birbirinden ayrı düşebilirler. Zaten temel ayrılık noktaları buradadır. Dinle ilgili farklı yorum ve görüşler ileri sürüyormuş gibi olsalar da, kendilerini “Ehl-i Sünnet” diye takdim edip, Türk ulusunun geleneksel dini kodlarını istismar ederler; ellerindeki gücü, devlete karşı hangi çıkarlar karşılığında devreye sokacakları konusunda ayrılırlar.

ATATÜRK VE LAİKLİK KARŞITLIĞI
Hepsi de bilim, felsefe, sanat ve insana ya çok mesafeli, ya da düşmandırlar. Bu mesafeyi,” laiklik dinsizliktir” gibi provakatif sloganların arkasına gizlerler. Fetö, “Atatürk’ün öldüğü gün ben doğmuşum” dediği yıllarda, Fetö’cülerin gücünün henüz başlangıç noktasında olduğunu; ancak buna rağmen, gücü ele alınca 2016’da kanlı bir darbeye girişeceklerini tahmin etmek için kahin olmaya gerek bulunmadığını belirtmeliyim. Aslında Fetö, Atatürk’ü kendine rakip olarak görme cüretine tevessül etmiştir. Oysa Fetönün unuttuğu hakikat, Atatürk’ün, emperyalist bir dinci örgütlenmeyi değil, İslam Rönesans’ını esas almış olduğudur. Ve Fetö, kanlı girişimle, yalnız Türk devleti ve ulusuna değil, bütün insanlığa, insan varoluşuna da düşmanlık beslediğini, yapının zaten bu doğada olduğunu kanıtlamıştır. Fetö Atatürk’ün büyük bir filozof ve lider olduğunu çok iyi bilmektedir. Neden? Çünkü düşünceye, bilime ve sanata düşman olanın, insana ve insanına dostluk beslemesi düşünülemez. Atatürk ilke ve devrimleri, Cumhuriyet kültürü tam da bu gurupların düşmanlık ettiği değerler üzerinde temellenmektedir. Atatürk ve laiklik karşıtlığı, esasen, bu insani, milli ve hatta dini değerlere kin beslemenin, Türk halkı nezdinde meşrulaştırıcı sloganı olarak seçilmektedir. Bu seçimin yapılmasında elbette Emperyalizm etkindir; emperyalist güçler belirleyicidir.

Tuhaf olan şudur: Cemaatler ve tarikatlar, bu düşmanlıkları emperyalistler adına yaparken, Türk insanı bunu çok geç fark etmekte; İslam tarihinde sürekli tekerrür eden bu acı tecrübelerden ders alacak yerde, ulusal değerlerine mesafeli davranmaktadır. Atatürk’e ve Cumhuriyet değerlerine saldırmanın gerçek bir dindarlığın belirleyici ölçütü olduğuna inandırılmaya çalışılan Türk halkı, Fetö örneği ile bu emperyalist propagandanın, hem de kendi yardımıyla nelere mal olabileceğini anlamış olmalıdır.

Cemaat ve tarikatlar, her türlü gücü elinde tutmanın dinsel bir adıdır. Ekonomik, kültürel ve siyasal uzantılarıyla ayakta kalabildiklerine göre, ülkemizde henüz yerleşmeye başlayan demokrasi geleneğinden yararlanarak, ulus içinde “küçük dini guruplar kantonları” oluşturmaktadırlar. Bir rektörün, “toplumun cahil kalması daha iyidir, insanlar çok okumamalıdır”, sözü bile Fethullahçılık benzeri örgütlere kaynaklık etmektedir. Aralarındaki çekişme ise, gücün hangisinde temerküz edeceği ile ilgili anlaşmazlıklara dayanır. Tüm dini guruplara hükmedip rakipsiz bir cemaat ya da tarikat olmak, hepsinin gönlünde yatan aslandır; nihai amaç ise, mevcut devleti ve hükümeti kendi ekseni doğrultusunda ele geçirmektir.

Bu guruplar yargı, yasama ve yürütme şeklinde gücün dengeli dağılımına dayanan kuvvetler ayrılığı ilkesine muhalefette birdirler; çünkü onlara göre “hâkimiyet Allah’ındır” ve güç Allah’ta toplanmalıdır. Peki, “Bu “Allah” kimdir? İlgili cemaat ve tarikatın lideridir. Bildiğimiz ve inandığımız Allah’ın, bir insan gurubu tarafından siyasi bir otorite lütfedilmesine ihtiyacı yoktur; Bu guruplar, evreni yaratan ve idare eden Allah’a, kendi liderleri eliyle bir de siyasi erk lütfetmeye kalkarak, şirke düşmektedirler.

Demek ki, hepsi de mevcut İslam dinine göre, hiç değilse “siyasal müşriktir”ler. Güç biriktikçe, şirk de büyümektedir; Fetö, sadece siyasal müşrik değil, insani, İslami ve ulusal bir müşriktir. Dini gurupların farkı, şirklerinin güçleri oranlarında değişmesinden kaynaklanır.

Sosyal devlete karşıdırlar. Çünkü kendi müntesipleri ve hizmetkârları dışında hiçbir insanla bağları sağlam tutmazlar. Vatandaşlık bilinci yerine bağlılık faşizmini dayatırlar. Çemberin dışında kalanlar, aynı din, ülke ya da ulustan olsa da, değil mi ki kendilerinden değil, o zaman yabancıdır; nihai noktada düşmandır. Sermaye ve zenginlik, Kur’an’ın isabetle kaydettiği gibi, “kendi aralarında dolaşan bir güç” haline gelir. Demokrasi ise, güçlerin dengeli dağılımıyla var olabilir. Çünkü cemaat ve tarikatların doğası böyledir. Yoksa bazı aklı evvellerin dediği gibi, “keşke sahih İslam etrafında toplansalar, keşke aralarında çekişmeseler” gibi şark kurnazı temennilerle açıklanacak bir olgu değildir.

Dini guruplar, insanı salt “dindar” bir varlık olarak tanımlar; onun biyolojik ve kültürel olmak üzere iki katmanlı bir varlık gerçekliğini görmezden gelirler. Ortaya, hayat ve insanla barışamayan patolojik bir kitle çıkarırlar. Fetö’de hepsini gördük, görüyoruz. Bu insan tipi her şeye düşmandır; öğrenmeye, bilmeye, yaşamaya ve düşünmeye…insan ve ona dair ne varsa hepsi onun “dindarlığının” hedefindedir. Onları yok etmedikten sonra, intihar etmez. Bir örnek vereyim: Türk toplumun doğasında kadın-erkek ilişkisi cemaat ve tarikatların din mühendisliğinden farklıdır. Kanlı Fetöcü darbenin önlenmesinde başörtülü-başörtüsüz, alevi-Sünni halkımızın bütün kesimleri katkıda bulundu; TSK’mız halkımızın yanındaydı. Çarşaflı bir kadınımız, sürdüğü kamyonla darbecilere karşı kahramanca mücadele etmiş; Başbakanca haklı olarak takdir edilmiş ve Başbakanın bağrına yaslanarak çok duygusal bir tablo çizmiştir. Oysa tarikat ve cemaatler, Türk tipi bu dini ve kültürel görüntüyü bile İslam’da“kadın-erkek tokalaşamaz bile” gibi faşist ve gerici bir yargıyla suçlarlar. İşte bu güzel görüntü, Türk İslam anlayışının doğal, masum ve tertemiz görüntüsüdür. Tarikat ve cemaatlerin bel-altı dinciliğiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur.

Dindarlık, toplumsal bir fenomendir diye inanırlar. Yani bireyin dindarlığından çok, toplumun dindarlığı asıl hedeftir; oysa birey gerçek bir kişi, toplum sanal bir varlıktır. Dindarlık doğrudan bireyi ilgilendirir. Dindar bireyler, birörnek toplumsal dindarlık yaratmak için bir araya gelmezler. Çünkü dindarlık tarz ve yorumları farklıdır ve toplum bu farklılıklarla zenginleşir. İnsanın amacı sadece dinini yaşamak değildir; hayatı yaşarken inandığı dinin temel ilkelerini bireysel olarak uygulaması bundan farklıdır.

İYİSİ KÖTÜSÜ OLMAZ HEPSİ AYNIDIR
Tarikat ve cemaatler, “iyi cemaat”, “kötü tarikat” diye ayrılmazlar.  Bazılarının temelsiz iddialarına göre, “Ehl-i Sünnet’ten sahih İslam’ı temsil edenler farklıdır” yargısı, tarihsel bir cehalettir. Fetö, Şii midir? Alevi midir? Mecusi ya da Nusayri midir? Düpedüz din işportacısı ve terör örgütüdür, hem de Sünni olduğunu iddia eden bir bir cinayet şebekesidir. Sorun, hangi cemaat ya da tarikatın Sünni ya da Şii olduğu, sahih İslam’ı temsil edip etmediği değil, dinsel bir örgüt olup olmadığıdır. Asıl problem, dini bir gurubun doğru ya da yanlış bir İslam’ı temsil edip etmediği değildir, sahih olsun olmasın, bir inanç ya da dini bir yorumun örgütlü bir güç olup olmadığıdır. Örgütlendikçe, kontrolden çıktıklarını sadece Fetö ile değil, tarihte de çok görmekteyiz. O halde güç, demokratik yöntemle seçilmişlere ait olmalıdır. Onlar ise, bu emanet halk gücünü, belli tarikat ve cemaatlerle değil, sayelerinde erk temsiline layık görüldükleri bütün halk kesimleri için kullanmak zorundadır. Siyasi otorite, benim tarikatım, senin cemaatin kavgasına ortak olursa, siyasi otoritesine de ortaklar peyda etmiş olur.  Bu ortağın Fetö ya da başka bir cemaat ya da tarikat olması fark etmez.

Öyleyse, Türkiye’de bütün cemaatler ve tarikatlar, saydığım noktalarda birbirine benzer. Yok eğer Atatürk ilke ve devrimlerine, demokrasiye, hukukun üstünlüğüne, sosyal ve laik bir devlet anlayışına, tam bağımsız ve başı dik bir Türkiye ülküsüne, emperyalizme karşı bilinçli bir duruşa sahibiz diyen cemaat ve tarikat varsa, zaten cemaat ve tarikat olması için hiçbir nedeni kalmamıştır demektir.

Siyasi iktidar eğer mevcut cemaat ve tarikatların ilerde alternatif Fetöcükler olduklarını, şimdiki haklı mücadelesinde fark ederse, Türkiye ülkesi ve ulusuyla esenliğe çıkar; edemezse, Fetö’nün rövanşını, onun sızdığı diğer cemaat ve tarikatlar  istikbalde almaya kalkabilirler.  Cemaatçilik ve tarikatçılık, arık bu gün emperyalizme açık dinciliklerdir; iyisi kötüsü yoktur; her biri gücüne göre müstakbel bir emperyalist efendinin köle adayıdır.

Bu kölelikten kurtuluşun yolu, bütün Türkiye Cumhuriyeti halkını tek ve bölünmez bir cemaat ve tarikat olarak gören Kemalizmdir. Atatürk’ün kadim ve değişmez hedefi, XV. Yüzyılda yitirdiğimiz İslam Rönesansı ve aydınlanmasını, genç Cumhuriyetle birlikte Türk Rönesansı ve aydınlığı ile sürdürmektir.

Bir insanın en büyük erdemliliği hatasını kalbi olarak ikrar, diliyle ifade etmesi ve bunu gerçekçi bir şekilde eyleme geçirmesidir. Cumhurbaşkanımızın bu haklı mücadelesi, haklılık ve kararlılığını bu erdemden devşirmektedir. Cemaat ve tarikatların kısıtlı ve baskıcı jargonuna kendi bütünleştirici, toplayıcı ve milli birliği sağlayıcı barış dilini kurban etmemelidir.

yuzdeyuzhaber





Son Güncelleme: 05.11.2020 19:46
Yorumlar

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol