Bugün dünya Müslümanları siyasette, ekonomide, kültürde, sanatta ve teknolojide, yani hiçbir dünyevi alanda önde değildir. Müslümanların, faziletli ve ahlâki hayat tarzlarıyla örnek olmaları, akıl ve bilim ölçüleriyle insanlığın öncüsü ve önderi olmaları gerekirken, kimse Müslümanları örnek almamaktadır. Bütün suçu, ahlâksızca dünyevileşen Batı'da aramak yanlıştır. Müslümanlar; bu âlemden, tabiat ve fen ilimlerinden, aklı, bilimi ve sorgulayıcı felsefeyi geliştirmek ihtiyacından, yaklaşık 13. yüzyıldan beri kopmuşlardır. Akli ilimler yerine nakli ilimleri ön plana almışlar ve gelenekçi selefi, sufi, eşari çarkı döndürüp durmuşlardır. 

Cemalettin Afgani'den bu yana hızla açılan yenilikçi İslam anlayışı, giderek yenilikçi İslami medeniyetin yolunu açacak ve dünyayı bir ahtapot gibi saran emperyalist-kapitalist, pragmatik devlet felsefelerini yerle bir edecektir. Gün gelecek, "İleri Batı ülkelerinde " olduğu gibi sözünün yerini, “Müslüman adaletin ve barışın hayat bulduğu, örnek ve önder ülkelerde” olduğu gibi sözü alacaktır. Bunun için her şeyden önce bilimsel ve akli bir donanıma sahip olmamız gerekir. Hz. Ali'nin dediği gibi," Akıl, insanın en büyük sermayesidir." Geri kalmamızın nedeni bu dünyadan çekilip, akıl ve bilimden uzaklaşmamızdır. Hak’ka ve ahirete giden yol, bu dünyada tabiat ve fen bilimlerinde önder ve örnek olmaktan ve bilimi, adaletle ve ahlakla bütünleşen bir öze kavuşturmaktan geçmektedir.

Allah’ın varlığına, birliğine, elçilerine ve ahirette hesaba çekileceğimize iman etmek ve bu inanca uygun yaşamak, inananlar için yeterlidir. Bugüne kadar gelen yaklaşık on bin İslam âliminin %90’ı nakli ilimlerle yani Allah tasavvuru ile uğraşmış, akli ilimlerle yani tabiat ve âlemin sorunlarıyla uğraşan âlimlerimizin oranı %10’u geçmemiştir. Zengin bir ilâhiyat/teoloji kültürü geliştirdiğimiz halde, Müslümanları ileri ve önder bir toplum haline getirecek, dünyevi pozitif bilimlerde çok geride kaldığımız aşikârdır. Bundan böyle âlem/tabiat, dünya sorunları üzerine yoğunlaşmak gerekir. Akli ve nakli ilimler arasında bir denge kurma zamanı çoktan gelmiştir. Böylelikle Batılı seküler dünyanın Allah’ı adeta inkâr eden ve  sadece âleme yoğunlaşan ahlâksız egemenliği son bulacak ve insanlık; Allah, âlem ve âdemin birliğini ve dengesini, adalet ve hakikat ile koruyacak bir toplumsal hayata kavuşacaktır.

Allah’a inanmakla, insanın özgür iradeye sahip olması, ontolojik olarak birbiriyle çelişmez. Buradaki çarpık mantık, ikileştiren, zıtlaştıran, uzlaşmaz bir mantıktık. Bir tarafa insanın sınırsız, koşulsuz ve tam bir özgürlüğünü, diğer tarafa Allah’ın mutlak ve kaçınılmaz egemenliğini koyan bu mantık, ikisinden birini seçmenin ve diğerini inkâr etmenin zorunlu olduğunu iddia etmektedir. Hâlbuki insanın kendini inşa etmesi ve kendini, kâinatın içindeki bir anlamla buluşturması demek, özünde zaten var olan tanrısal yaratıcı cevheri açığa çıkarması ve onunla, hayatın içinde kaynaşması demektir. Allah, âdemi bu âlemde, iyilik ve kötülük yapma iradesiyle ölçmekte ve Adem, Hak’kın adalet ve hakikatine inancı ve bağlılığı ile âlemler arasında, azap ya da huzur içinde bir geçişe hak kazanmaktadır. Âdem, kendisinden hesap sorulabilmesi için özgür bir iradeye sahip kılınmış, lâkin özgür iradeye set çekip, insanı hile ve zor ile köleleştirenler zalim olarak lânetlenmiştir. Âdem, birbirinden ayırmadığı mazlumları, Hak’ka güven ve sadakat duyarak, zalime karşı savundukça, Hak’kın muradı, Adem’de tecelli edecektir. Hak’Kın muradı, bu âlemdeki âdemin, adalet ve hakikat yolunda yürüyüp yürüyemediğini görmekten ibarettir.  

Bu anlamda Müslümanlar; acıları dindiren, efsunlu ve öbür dünyacı Allah tasavvurundan, âleme doğru inen bir zihinsel güçten ziyade, bu âlemin ve insanlığın sorunlarını çözerek Allah’a doğru çıkan bir zihinsel güç ve birikime ihtiyaç duymalıdır. Bu dünyadan el etek çekip insanlığın sorunlarına yüz çevirerek Hak’Ka varmak ne kadar olanaksızsa, Hak’kın adalet ve hakikatini gerçekleştirme iradesini taşımadan ve bu dünyada insanlığın birlik ve kardeşliğini oluşturma yolunda niyet ve gayret göstermeden Hak’ka ulaşmak da o kadar olanaksızdır. Bu dünyada adaleti, barışı ve saf hakikati bütün insanlık için güçlü kılmakta başarısız olan Müslümanların, ahirette bir paye beklemesi beyhudedir. 

Müslümanlar için esas ibadet, insanlığın toplumsal ve tarihsel sorunlarını çözebilecek bir niyet ve gayret içinde olmaktır. Oruç, namaz, hac ve infak gibi bütün etkinlikler, ancak bu eşitlenme ve birleşme amacına kilitlendiğinde, hem dünyevi ve hem de ilâhi bir anlam kazanmaktadır. 
 

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol