Epeydir aklıma takılıyordu; acaba Ordu’nun dereleri yukarı mı yoksa aşağı mı akıyor diye? Merakımı gidermek için; oldukça kalabalık, kalabalık oluşunun aksine, inanılmaz uyumlu bir grupla, olayı yerinde incelemeye gittim!
Karadeniz’e ilk kez ayak basan her “beşer” gibi, o muhteşem güzellik karşısında ben de “şaştım” doğrusu.
Kafanızda cenneti nasıl canlandırırsınız bilmem ama, o denizin ve yeşilin müthiş dansını görünce, ‘herhalde cennet, Ordu dolaylarında olsa gerek’ diye geçirdim içimden. Hayran kaldım.
İstanbul’da doğup büyüyen biri olarak, Ordu’nun “halâ” bozulmamış doğasını (aman nazar değmesin!) ve sakinliğini yadırgamadım desem yalan olur.
Geçtiğimiz günlerde, Karadenizli fındık üreticilerinin isyanını izledik televizyonlarda. Fındık fiyatlarının düşüklüğünden şikâyet eden köylüler, fındık ağaçlarını kesti protesto etmek için.
Ordu’ya gidince, fındık üreticilerinin tepkisini daha da iyi anladım. Dağ taş fındık! Bakarken bile içinizin fena olduğu o dik yamaçlardan fındık nasıl toplanır, nasıl bir emek ürünüdür o, anlamak gerçekten zor. Zor olan sadece toplanması değildir elbet.
Sen her türlü zahmetini çek, dünyanın üretiminin %70’ini üret, milyonlarca liralık ihraç geliri elde edilsin; ama sana su yok! Oh ne âlâ!
Karadeniz insanı; havasından mı suyundan mı bilmem, asabidir çabuk öfkelenir! Onca emek verdiği fındığı para etmez; yolları kapatır, gider ağaçları keser! Ama ne hikmetse, iş sandığa oy vermeye gelince, emeğini hiçe sayanları ödüllendirir! E be kardeşim, ağacın suçu ne? Ağaca yazık edeceğine, yat kalk “kendim ettim kendim buldum” şarkısını söyle! Onu keseceğine git de, o oyu hangi elinle verdiysen onu kes! Hem şikâyet ediyor, hem de %60’larda oy veriyorsanız emeğinize değer vermeyenlere, “mübarek olsun size fındık fiyatlarınız” demek geliyor içimden valla!
Neyse, Ordu denildiğinde akla ilk fındık gelse de, oraya gidince çok önemli bir özelliğini daha gördüm ve tek kelimeyle bayıldım: Ünye Yaşayan Kültürel Miras Müzesi.
 Mutlaka ziyaret edilmeli, tanıtılmalı, destek verilmeli.
Klasik ve durağan müzecilik mantığının çok ötesinde bir anlayışla tasarlanmış bu müze. Adı gibi yaşıyor ve yaşatıyor. Her şey capcanlı, karşılıklı etkileşim üzerine kurgulanmış. Kendinizi müzenin bir parçası gibi hissediyorsunuz. Müzede; kaybolmaya yüz tutmuş geleneksel halk sanatlarını yaşatmaya çalışan, çoğunun anlamını bilmeden kullandığımız halk deyişlerinin hikâyelerini, orta oyunu tadında sunan Halkbilimci ve Müze Araştırmacısı Sn. İhsan Akbulut’u ve Sn. Elif Güngör’ü, emekleri dolayısıyla kutlamak lâzım.
Müzenin bir benzeri, sanıyorum Ankara’da da var. İstanbul’da ve diğer illerimizde de bu tip “yaşayan müzeleri” görmek isterdim doğrusu.
Karadeniz’in havası da insanı gibi. Her ne kadar hava bize iltimas geçtiyse de, genelde bu mevsim, rüzgârı ve yağmuru eksik olmazmış. Poyraz’dan eserse başka, Karayel’den eserse başka olurmuş denizin ve denizcilerin akıbeti.
Bu gezinin sonunda anladım ki; Karadenizliyi fazla kızdırmaya gelmez. Bugün fındık der, yarın hamsi… 
Ey siyasiler, bakın benden söylemesi; o aldığınız oylara fazla güvenmeyin. Attırmayın Karadenizli insanımızın tepesinin tasını! Alimallah, Ordu’nun derelerini de, sizi de ters yüz eder, ruhunuz bile duymaz!
 

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol

Avatar
Fatoş köroğlu 2018-02-23 18:20:57

Tebrikler.. Sırasıyla okumaya devam ediyorum