Kur’an’da sürekli olarak “O’na attir” (Lehû), “Allah’ındır” (Li’llahi) ifadeleriyle vurgulanan 20 şey var ki, Kur’an’ın aidiyet (mülkiyet; sahiplik) haritasını çizer. Yani neler Allah’a ittir ve biz onlara sahip olamayız onları anlatır.
Bu aynı zamanda “şirkin” ne olduğuna dair bize anahtar verir. Her kim bunlardan birisine mutlak olarak sahip olduğunu iddia ederse, yani “Benim, Bana ait” derse Allah’a ortak koşmuş olur.
Bakın bunlar neler?
Kur’an’da en çok geçenden birkaç yerde geçenine kadar sıralıyorum:
1-Lehu’l-Mülk (Mülk Allah’ındır):  Türevleriyle beraber yaklaşık 100 yerde geçer. Türevlerinden maksat “Göklerde ve yerde ve ikisi arasında ne varsa, mülkü, ğaybı, bilgisi, sırrı vb. O’na aittir” şeklinde gelen ayetlerin tamamıdır. Bunların hepsi “mülkiyet” ifade etmekte olup sayılan şeylerin hepsinin Allah’a ait olduğu, bunlara sahip çıkılamayacağı ifade edilir.
Bu yönüyle Kur’an’da en çok geçen aidiyet (sahiplik) ifadesidir.  Sürekli olarak bunların sahibinin Allah olduğu, O’na ait olduğu vurgulanmaktadır.
Sanıldığının aksine Kur’an’da mülk kavramı sadece egemenlik, yönetim, idare anlamında kullanılmaz. Bu, bildiğimiz mülkiyet kavramıdır. Kur’an mülkiyetin Allah’a ait olduğunu söylemektedir. Mülk kavramının içinde mal da vardır. Mülk, mal kavramından daha geniştir. Mal mülkü kapsamaz, ama mülk malı da kapsar. Çünkü mülk mal üzerinde sahiplikten kaynaklanan tasarruf (idare, yönetim) hakkı demektir.
Kişi bir şeyi mülkü haline getirince onu alma, satma, kullanma, devretme vs. noter tabiri ile ahz-u kabz yetkisine sahip olur. Buna mülk (mülkiyet) denir. Kur’anda mülk insana gelir getiren, fayda sağlayan, kuvvet veren şeydir.
“Görmediler mi ki, biz onlar için, ellerimizin (kudretimizin) eseri olan hayvanlar yarattık da onlar bu hayvanları mülk ediniyorlar” (Yasin; 71) ayeti malın insanlarca nasıl mülk haline getirildiği anlatılıyor. Yani insanlar hayvanları sahip olarak, onları mülkü haline getirip yönetiyorlar. Alıyor, satıyor ahz-ı kabz ediyorlar. Buradan gelir elde ediyor, fayda sağlıyor, kuvvet sahibi oluyorlar. Buradan mülkün malı da kapsadığını anlıyoruz.
Şimdi “Mülk Allah’ındır” dendiğinde, yönetim, idare Allah’ındır ama sahibi biziz demek olmaz.  Sahibi Allah olduğu için onu yönetme, idare etme de Allah’a aittir demek olur.
Aksi halde örneğin şu tarlanın, binanın (malın) sahibi benim ama mülkü Allah’a ait demiş oluruz ki bu şu anlama gelir: “Alma, satma, ahz-ı kabz bana ait; getirdiği gelir, verdiği fayda, sağladığı kuvvet benim ama mülkü yine de Allah’a ait, O göklerden yönetsin…”
Bu nasıl oluyor?
Mülk kiminse geliri de, tapusu da, mülkiyeti de, ahz-ı kabzı da ona aittir. Kur’an “Mülk Allah’ındır” diyor.  Yani geliri, faydası, kuvveti hepsi Allah’a yani kamuya aittir. Şu halde bize ait olan ne mal, ne de mülktür sadece emektir. Emeğimizden de bize bir pay vardır. Emeğimizden ve ihtiyacımızdan fazlasına sahip olamayız.
Kur’an’da bir Roma kavramı olan “özel mülkiyet” yoktur. Mülk bütünüyle Allah’a aittir. Yerde, gökte ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti O’nundur.
Bunu böylece anlamayanlar, “Lehu’l-mülk”ü Kur’an’da geçtiği gibi başa koymayanlar, Kur’an’da ne dendiğine hiçbir zaman vakıf olamayacaklar.
2-Lehu’l-Hamd (Övgü O’na aittir): Türevi ile beraber (Elhamdu li’llahi) yaklaşık 30 yerde geçer. Yerin, göğün ve mülkünün (tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarının) Allah’a ait olduğunun söylenmesinden sonra en çok “Övgü Allah’a aittir” dendiğini görüyoruz.
Bunlar teolojik, kelamî değil; sosyal içerikli vurgular olduğundan, bunun anlamı insanların büyük bildiklerini övmesi, yüceltmesi, onlara tapınırcasına perestij etmeleriyle ilgilidir. İnsanlar liderlerine, önderlerine, ulu kişilere, kahramanlara, kurtarıcılara, velilere, şıhlara, şeyhlere, pirlere aşırı derecede övgü düzmekte, sanki yaratan onlarmış gibi kendilerini onlar karşısında küçültmektedirler.  Oysa insan Allah’tan başka kimseyi övmemelidir. İnsana yakışan iyiliğini gördüğü diğer  insanlara övgü (hamd) değil; teşekkürdür. Hamd (övgü) sadece Allah’a aittir.
3-Lehu’d-Din (Din O’na attir): “Din” yol anlamından hareketle hayatta takip edilecek yol demek olduğundan, yaşam kurallarını belirlemek O’na aittir anlamına geliyor.
Bu ilke de sosyal içeriğiyle ele alındığında, bizim hayatımıza dair temel kuralları kim koyacak, kimin dediğine uyacağız; yol belirleme, yasak koyma, ceza verme kime ait olacak sorularının cevabı olmaktadır. Bunlar içimizden bizim gibi bir insana ait olamaz, insanları vareden ve ortaya çıkarana ait olabilir. O da Allah’tır ve Allah takip edilecek yolu ayetleriyle göstermiştir. Ayet de iki türlüdür: 1- Doğal yasalar 2- Bunları işaret eden vahiyler. Bunların dışında kalanlar, ortak iyi ve ortak kararlar ışığında çözülür. Bir grubun, sınıfın, kastın dediğiyle hele de bir tek kişinin dediğiyle hayat yolumuzu belirleyemeyiz, onu otorite kaynağı, yasak koyma ve ceza vermede tek belirleyici olarak göremeyiz.
4-Lehu’l-Hukm (Karar Allah’ındır): İhtilafları çözecek son karar Allah’a aittir anlamına gelmektedir. Yönetimde ‘hükûmet’, mahkemede ‘hâkim’, hastanede ‘hekim’, futbol maçında ‘hakem’ ne yapıyorsa hayata dair tüm ‘hükm’lerde O’na aittir manasındadır. Yani toplumsal yaşamda faydamıza ve zararımıza olan şeylerin ne olduğunu, hangi sosyal ilacı kullanırsak iyileşeceğimizi, ictimaî hastalıklarımızın teşhisini, hayatta neyin faul, neyin ofsayt olduğuna karar veren O’dur demektir. Ve o kararlarını doğal yasalar, tabiat kanunları ve bunları işaret eden vahiyler yoluyla açıklamıştır. Bunlarda bulamadıklarımız için yine ortak iyiye ait kabuller ve ortak kararlar yol göstericidir.
5-Lehu’r-Rızk: (Rızık Allah’ındır): Kur’an sürekli olarak rızkın Allah’a ait olduğunu, onu insanlara bir rahmet ve nimet olarak verdiğini söylemektedir. Bunun yaşayan anlamı “ekmek veren, aş, iş, maaş veren O’dur” manasına gelir. Çünkü rızk bütün bunları kapsıyor. Sosyal içeriği ise bazılarımızın “Sizi ben doyuruyorum, ben olmasam aç kalırsınız, kursağınızda ekmeğim var” gibi böbürlenmelere ayar vermeyi ifade eder. Çünkü kimse kimsenin rızık verecisi değildir, ekmek, iş, aş veriyorum diye bir şey yok. Toplumsal iş bölümü var. Bu çerçevede işler yapıyoruz, roller üstleniyoruz. Her birimiz bir şey yapıyor. Kimsenin yaptığı kimseninkinden ‘üstün’ değil. Herkes kendi alanında değerlidir. “İş” olması, “aş” getirmesi ve bir “sosyal görev” üstlenmiş olması bakımından doktorun yaptığı ile çöpçünün yaptığı arasında fark yok. Kimse mesleğini ve statüsünü birikim ve insanlar üzerinde hegemonya aracı olarak kullanmamalıdır. Çünkü bütün rızıklar Allah’tandır. Kimse suyu, elmayı, unu, domatesi, balı, sütü, eti, gözü, dişi, bedeni, toprağı, ateşi vs. yaratmamıştır. Yaratan O’dur,  rızık olarak veren O’dur. Bunları almak, satmak, getirmek, götürmek birbirimizin hayatını kolaylaştıran birer meslekten başka bir şey değildir.
6-Lehu’l-Esma’l-Hüsna (Güzel isimler O’na attir): Ne kadar güzellik varsa Allah’a aittir anlamına gelmekte olup, yaşayan anlamı insanlara verilen ve insanlar tarafından ortaya çıkarılan güzelliklerin O’na ait olduğunun vurgulaması olmaktadır. Bu ilke de sosyal içeriği ile anlaşılmalıdır. Bugün modern kapitalist çağda bir ‘güzellik hegemonyası’ olduğunu görüyoruz. İnsanların maddi ve manevi ihtiyaçları (ekmek, yiyecek, giyecek, eğitim, sağlık, bilgi) nasıl istismar edilip buradan birikim ve hegemonya üretiliyorsa, estetik ihtiyacı yani güzele olan meyli ve yönelimi istismar edilerek de onlar üzerinde bir hegemonya ve sömürü üretiliyor. Sesi güzel olmaktan yüzü güzel olmaya, güzel bir beste yapmaktan güzel bir resim yapmaya, topa iyi vurmaktan güzel şarkı söylemeye kadar hayatın bir çok alanında kendilerine güzellik, cazibe ve çekicilik verilmiş olanlar, bunu kendinden bilerek buradan birikim sağlamaya ve bunlara sahip olmayanlar üzerinde hegomonya kurmaya kalkışmaktalar. Güzellik  metalaştırılmaktadır. Oysa bütün güzelliklerin, yeteneklerin (Esma’ul-Hüsna) yaratıcısı Allah’tır.Ve bu insanlara birbiri üzerinde hegemonya ve sömürü aracı yapılsın diye verilmemiştir.
7-Lehû kun fe yekûn (Ol deyince olmak O’na aittir): Bir şeye ol deyince onun hemen olması Allah’a mahsustur. Kimsenin ne derse hemen yerine getirilecek diye bir hakkı yok. Bir kimse bir şeye ‘şöyle olsun’ deyince, diğer insanlar bunu tartışacak, ölçecek, biçecek öyle karar verilecek.  İnsanların rızası alınacak, karara katılımı sağlanacak, her şey bir kişinin iki dudağı arasında olamayacak. Çünkü bir şeye ol deyince hemen olması Allah’a mahsustur. Ve içimizden kimse Allah değildir. Doğal yasalar açısından bakarsak Allah’ın bir şeye ol deyince olması, doğanın diyalektik işleyişi anlamına gelmektedir. Mesela karın yağması, depremin olması, yıldırım düşmesi vs. oluş anı geldiğinde olur. Çünkü oluş için gereken süreç kendi içinde yaşanmış, tamamlanmıştır. Bunu, din dili “İlahi irade eşyanın isti’dadına bağlıdır” şeklinde ifade eder,
8-Lehu’ş-Şefaat: (Şefaat O’na aittir): Şefaat arabuluculuk demektir. Sosyal açıdan şefaat torpil, iltimas dediğimiz şeydir. Bir işe girerken referans istemek, birisine arabulucuk etmek, bir büyüğün ve sözü geçen birisinin aracılığı, torpili ve iltiması ile bir takım makamlara gelmek, işler ihaleler almak günümüz toplumlarının en yoz hastalıklarından birisidir. Şefaatın Allah’a mahsus olması, hem bu dünyada hem öbür dünyada şefaat Allah’a attir demektir.  Adam kayırmanın, torpilin, iltimasın, partizanlığın, ahbab-çavuş ilişkisinin geçerli olmadığı bir sistem ve dünya demektir. İnsanlar toplumda sadece “kendi” ehliyeti ve liyakatı ile bir yere gelmelidirler. Cennete bile böyle girilecektir. Kişiyi sadece Allah’ı razı eden “kendi” amelleri kurtaracaktır. Yani kişinin “kendi” iyi amelleri ve doğru davranışları, “kendine” arabulucu olacaktır. “Allah’ı razı etmiş kimse ancak şefaat edecek” bu demek.
9-Lehû’l-Velayet (Koruma, kollama, himaye O’na attir):  Kur’an velayetin de Allah’a ait olduğunu söylüyor. (Kehf; 44). Velayet bir kimseyi korumak, kollamak, himayesine almak suretiyle yönetmek demektir. Mesela küçük çocuklar için “velayeti babasına veya annesine verildi” deriz. Geçmişte hükümdarlar, sultanlar, günümüzde de devletler toplumun velayetini üstlendiklerini söylerler. Yani toplumu koruma, kollama, güvenliğini sağlama işinin kendilerine ait olduğunu söylerler. Bu nedenle toplumu bir çocuk gibi yönetme hakkının kendilerine ait olduğunu ileri sürerler. Geçmişte sultanlar bu hakkı kendilerine Allah’ın verdiğini, reaya üzerinde diledikleri gibi karar alabileceklerini, çünkü onların akıllarının ermediğini, korumaya ve kollanmaya muhtaç olduklarını söylerler ve meşruiyetlerini buradan alırlardı. Bugün de aynı şeyi modern devletler yapıyor. Seçimleri kazanmakla kendilerine bu hakkın halk tarafından verildiği kanaatindeler. Bu nedenle toplum üzerinde horatça kararlar alabiliyorlar. Koruyoruz, kolluyoruz, güvenliği sağlıyoruz diyerek öldürme hakkını bile kendilerinde görüyorlar.
Oysa Kur’an velayet Allah’a aittir diyor. Hükümdara veya devlete toplumu koruyup kollayan ve yöneten bir üst merci makamı vermiyor. Bu sadece Allah’a attir diyor. Allah’ı yere indirdiğimizde bu toplumun kendisi (kamu) olur. Yani toplum kendini kendisi korur, kollar ve yönetir.  Koruyucu ve kollayıcı bir sınıfa ihtiyaç yoktur. Tam tersi eğer illa gerekse toplum devleti korur, kollar ve yönetir.
Kur’an buna benzer bir şekilde “vekâlet” olarak da Allah’ın yeter olduğunu söyler. (Şura; 6, Zumer; 41).  Keza insana herhangi bir bekçi (En’am; 107)  ve zorba (Ğaşiye; 22) da gerekmez.
Bunlar insanoğlunun özgürlügünü sağlamayla yönelik Kur’an ilkeleridir. İnsanın veya toplumun üzerinden valâyet/vasâyet, vekâlet, bekçilik ve zorbalık kalktı mı insan ve toplum özgürleşir.
10-Lehû Külli Şey (Her şey O’na attir): Velhasıl Kur’an insanı ve toplumu kıskaç altına alan, küçük düşüren, istismarına yol açan, baskı ve denetim altına alan mülk, hamd, din, hükm, rızık, hüsn, kün feyekun, şefaat, velayet başta olmak üzere her şeyin (külli şey) Allah’a ait olduğunu söylüyor. Bunları sosyal içeriği ile anladığımızda toplumsal dertlerimize şifadırlar. Aksi halde Kur’an bir ölü metin olmaya devam eder.
Bunların dışında Kur’an’ın Allah’a ait olduğunu söylediği başka bazı konular da var. Bunlar da şunlar: 11-Mescitler O’na aittir, 12-İzzet O’na aittir, 13-Kuvvet O’na aittir, 14-Ğayb O’na aittir, 15-Enfâl (ganimetler) O’na aittir, 16-Yaşam ve ölüm O’na aittir, 17-Doğu ve Batı O’na aittir, 18-Elvâh (levhalar; on emirin yazıldığı levha) O’na aittir, 19-Gânitûn (boyun eğmek) O’na aittir,  20-Biz (innâ) O’na aitiz…
Bunların hepsini Kur’an’ı tarayarak çıkardım. Toplam 20 konuda “Lehu” (O’na aittir) diyor Kur’an. İlk 10’unu ben açıkladım, sonraki 10’unu da siz düşünün. Aynı doğrultuda her birinin bir sosyal reçete, bireysel (psikolojik) ve toplumsal (sosyolojik) şifa kaynağı olduğunu göreceksiniz.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol