Kimi aşk kısadır, kimi uzundur  / Kimi satar kimi de satın alır;
Kimi gözyaşı döker öldürürken / Kimi kılı kıpırdamadan öldürür;
Çünkü herkes öldürebilir sevdiğini / Ama herkes öldürdü diye ölmez…
Oscar Wilde bence ihanetten bahsetmişti, herkesin sevdiğini öldürebileceğini söylerken. En kıymetlilerimize bazen, nasıl da kıyabildiğimizi hepimiz adına itiraf etmişti. Peki ya size sorsam, öylece aniden:
Hiç aldattınız mı? Korkmayın cevaplamaktan, siz sizesiniz orada. Kendinize olacak bu cevabınız, belki en çok kaçtığınız, sizin için bu itirafınız? Sevdiğinizin, güvendiğinizin, önemsediğinizin, üzülmesin diye herkesten sakındığınızın yüzüne utançla baktınız mı? Sanki okuyor gibi düşüncelerinizi, sanki izlemiş gibi her an sizi, mahcup tebessümlerle gözlerinizi ondan kaçırdınız mı? Pişmanlıklar doldurdu mu ikinize ait anılarınızı? O en sahtekar, o en vefasız, o en nankörlerden oldunuz mu? Çıkış yolunu her bulamadığınızda, kendinize tekrar tekrar yarattığınız alternatif yaşamlar içersinde, siz hiç kayboldunuz mu?
Aldatılanların acıları meşhurdur hep. Hayata küskünlükleri, arkalarından vurulmaları, sığınacak liman bulamamaları, artık güvenmeyi başaramamaları anlatılır durur. Şiirler, şarkılar, romanlar sanki her biri için özeldir, sadece onlar teselli bulsun diyedir. Talihsizliklerinin, iyi niyetlerinin, saf kalplerinin kurbanı; haklı isyanların isimsiz kahramanlarıdır onlar. Acı, öfke, kin, nefret kuşkusuz en anlaşılır duygularıdır. Çaresiz, hatasız, dolaysız olmalarının yanı sıra aldatılanlar, aldatanların kirli dünyasında yaşam savaşı vermeye çalışan masum çocuklardır.
Tablo bu kadar da acıklı değil elbette. Çoğu zaman acı evet ama acınılacak bir noktada sayılmaz. İnsanlığın varlığıyla eşdeğer neredeyse sadakatsizlik gerçeği. İnsanı insan yapan, hayvanlar aleminden ayıran yapı taşı sanki, ayrılmaz parçası, kişiliğinin düğüm noktası. Ne kadar mücadele etsek, yok saymaya çalışsak da boşuna bu kavramı. Vardı, var ve her zaman var olacak, bildiğimiz anlamdaki insanlık yaşadıkça.
Konu ihanet olunca; çeşitleri, yöntemleri, sebepleri, sonuçları bugün burada anlatmaya ne yerimin ne kalbimin yetmeyeceği bir zenginlikte. Ben ise dilim döndüğünce, aldatanlardan bahsetmek amaçlı açtım bu konuyu. Sevgilisini, eşini, kıymetlisini aldatanlar benim konum, işte o en korkulanlar:
Sayısını unuttuğum kadınlar ve erkeklerle görüştüm meslek hayatımda bugüne dek. Kişiliğiyle, tavrıyla, korkusu ve arzusuyla yüzlerce cesur yürek geldi oturdu benimle, yeri geldiğinde kendilerinden bile gizlediklerini serebilmek için gün yüzüne. Yaşamayan bilmez, bir yabancının karşısında çırılçıplak kalmaktan zordur bir psikologun karşısında tüm duvarları yıkmak, sadece ve tam anlamıyla gerçek kendin olmak. Hele ki konu sadakatsizlikse, çoğu zaman kanan kim kandırılan kim karışır. Tüm kostümlerinden birer birer sıyrılmaya çalışırken danışanlarım, benim için her zaman büyüleyici oldu esas ihaneti kendilerine yaptıklarını fark ettikleri anlar. Oysa çoğu zaman tek ihtiyacımız bağışlamaktır, başta kendimizi, ardından bizi incitenleri ama yapmayız, ne kendimize ve sevenlerimize bu hakkı tanımayız. Affedemedikçe de, bağışlanamayacağımızı kanıtlamak için hata üstüne hata yaparız.
Bazen hayatımız istediğimiz çizgide gitmez ya da gerçekçi bir ifadeyle, çoğu zaman planladığımızın yanından bile geçmez. Özenle uğraşır, yıllarımızı verir, didinir ama sonuçta kişisel çıkmaz sokaklarımızda dolaşırken kayboluruz. Ne zaman çıkışları teker teker kapattığımızı hatırlayamayız, sonuç alamadan ne kadar dolandığımızı da, ama bir an gelir kendimizi ümitsiz bakışlarla gökyüzünü tararken buluruz. Öyle bir labirente gömülmüşüzdür ki, dolandıkça daha da kuytu karanlıklara girer, özümüzü unuturuz. Niyetler başta her zaman iyidir. O an bulduğumuz yol, çözümlerin en idealidir. Ama yine de biz insanlar, istikrarlı bir şekilde yanlışlar yaparız. En çaresiz anlarda, en zayıf dallara tutunmaya çalışırız. Kimi büyümek der, kimi öğrenmek. Tecrübe diyip biriktiren de olur, hata sanıp kaçan da, yaşantılarından. Ama sonuçta tek bir gerçek vardır, adına ne koyarsak koyalım, hayat bir gün bir yerde, kendi çizgisinde yol alacaktır. Bize de ancak, yaşadıklarımızdan bir hikaye oluşturmak kalacaktır. Her hikaye gibi, tebessümün hüzünle harmanlandığı, gözyaşının kahkahaya karıştığı, insana dair, kimseninkine benzemeyen, herkesinki kadar gerçek, en az ruhumuz kadar eski bir hikaye…
Kadın-erkek ayrımı yapmak istemiyorum sadakatsizlikten bahsederken. Konu insan olunca, genellemelere takılmayı sevmiyorum. Cinsiyetlerin kesin bir ayrımı olduğunu da düşünmüyorum bu nevi kalbin beyine kafa tuttuğu konularda. Hepimizin içindeki erkekler ve kadınlarla alakalı geliyor bana bu meseleler. İçimizdeki kadının mı erkeğin mi ağır bastığıyla, daha bağlantılı gibi hissediyorum. Gün geliyor, ilişkimiz bize yetmez oluyor. Her şey pek de yolunda gibi giderken ve sadece ara sıra, “acaba fazlası var mıdır” diye beliriveren  anlık düşünceleri kovmaya çalışırken, zaman doluyor , bir yanımız karar veriyor. Her şey rutinine oturmuşken, hayat kendi telaşında ilerlerken, tanımlayamadığımız bir ses bizimle konuşmaya başlıyor. Yılların tecrübesiyle susturuyoruz elbette, işimize gelmeyen sesleri duymaktan hoşlanmıyoruz. Belki tatsız ama en azından güvenli ve garantili hayatımızda beklenmedik sürprizler istemiyoruz. Ses de inadına bu gibi durumlarda güçleniyor. Duymazlıktan gelmek, yok sayılmak, onun da öne çıkma arzusunu güçlendiriyor. Cevaplamaktan korktuğunuz sorular sormaya devam ediyor. Kendimizi yeniden kandırmamızı her bir soruyla güçleştiriyor:
“Hayatından memnun musun?” diyor önceleri. Basit ama etkisi küçümsenemez bir soru bu. “Yetiyor mu sana bu yaşadıkların? Emin misin hedeflerinden ve sana ait olduklarından?” Üst üste sıralıyor düşünmekten en çok korktuklarımızı ve vazgeçmiyor dürüstçe alana kadar cevaplarını. Zaten bildiğimiz ama çoktan vazgeçtiğimiz hayallerimiz gelip konuveriyor yine sol kaşımızın üstüne.  Bir müddet bakmamaya çalışıyoruz, gözümüz arada kaysa bile üzerinde durmuyoruz. Kendimizi eşimize ve ilişkimize daha çok vermeye çalışsak da, artık içimizdeki boşluğu yadsınamaz bir şekilde fark ediyoruz.
Hayat bazen, ne önlem alsak da kendi bildiği yoldan gidiyor. Biz yaptık planı zannederken, o çoktan yönünü belirlemiş oluyor. Gün geliyor ve biz “ses”i daha fazla susturamayacağımızı anlıyoruz. Bildiğimiz bahçemizden çıkmak, güvenli ama daracık alanları terk etmek zorunda kalıyoruz. Ne korku, ne minnet, ne sevgi, ne sadakat işe yarıyor ve o an kalbimize söz geçiremiyoruz. İçimizde büyüyen boşluk bizi de yutmadan, kendimizi can havliyle çitlerin dışına  atıyoruz. Yıllarca saklandığımız yerden çıkmak, nerede nasıl duracağımızı bilememek, savunmasız kaldığımızı hissetmek; korkudan felce uğramakla, sonunda ağırlıklarından kurtulup kanatlarını ilk defa çırpmak arasında bir etki yaratıyor. O denli tarifsiz, o denli çelişkili ve bir o kadar da albenili bir duyguya dönüşüyor.
Hiç aldattınız mı bilmiyorum? Sevgilinizi, eşinizi, hayat arkadaşınızı? Size güvenen, size inanan, size sığınan birine ihanet ettiniz mi? Ettiyseniz ne demek istediğimi biliyorsunuz. Acınızın, şaşkınlığınızın, korkularınızın ve kendinize olan inanç kaybınızın burada tarif edilemeyecek kadar yoğun olduğunu da. Öfkenizin sizi nasıl yanlışlara sürükleyebildiğini, görmezden gelinmenin ne uçurumlara yöneltebildiğini ise defalarca tecrübe etmişsinizdir. Acınız arttıkça fazladan yarattığınız benlikler arasında saklandığınızı, hayatınızı hem kaçmak isteyip hem vazgeçemediğiniz kişiler arasında böldüğünüzü ve kendinizi asla bulamamaktan nasıl korktuğunuzu, ruhunuzun derinlerine hapsolmuş o ürkek çocuğun gözlerine her baktığımda görebilirim. İçinizdeki erkek içinizdeki kadını incittiğinde; içinizdeki kadın, içinizdeki erkeği sevmeyi beceremediğinde, o yalnız çocuğun kendine başka kadınlar ve erkekler aramaktan ve korkarak da olsa kendini,  “yine de oynar mısın benimle?” diye sormaktan alıkoyamadığını duyarım.
Sevgilinizi ve eşinizi aldattığınız veya aldatmayı deva gibi görmenize rağmen o gücü kendinizde bulamadığınız her an, kendinizden ne kadar kaçmaya çalışsanız da ona bir adım daha yaklaşıyorsunuz. Kamuflaj olsun diye yarattığınız her yeni ilişki, sizi hayattan saklamaktansa, üzerinizdekileri bir bir çıkarıp gitgide çırılçıplak bırakıyor. Öyle bir maharetle ve kararlılıkla yapıyor ki bunu, sonunda kendinizle karşı karşıya ve hata sandığınız tüm tercihlerinizle baş başa kala kalıyorsunuz. İşte o an korkudan felç olmaktan sıyrılıp, kendinizi ilk defa kabullenir; benliğinizi yok sayma mücadelesini bırakıp gerçek özlem ve arzularınızı itiraf ederseniz, iki yanınızdan çelimsizce sarkan kanatlarınızı hissedersiniz. Tüm gücünüzü tüketse bile, kendinize doğru çırptığınız her kanat, ruhunuzu hapsettiğiniz labirentten sizi gitgide uzaklaştırır. Ne zaman ki ona yukardan bakacak kadar yükselirsiniz, işte o zaman içinizdeki ses dostça ve yumuşakça anlatmaya başlar size sizi ve işte o zaman dinlemeyi becerebilirsiniz,  bu sefer öğrenebilmek için unuttuğunuz kendinizi.
Sevdiklerimizi aldatıyoruz bazen. İçimizdeki kadın ve erkekleri hayal kırıklığına uğratıyoruz. Kendimize kızgın gözler, çatık kaşlarla bakıyor, saygımızı kaybettikçe hata üstüne hata yapıyoruz. Çok dik yokuşlar, çok keskin virajlar ardına saklamış oluyoruz benliğimizi. Hem bulmaya ihtiyaç duyuyor, hem karşılaşmaktan korkuyoruz onunla. Korktukça yanlış yollara sapıp daha çok kayboluyoruz. Bizi uyarmaya çalışan “ses”i önce susturup, sonra ters anlıyoruz. Hepimizin tuzakları var ve bir gün bir yerde, düşüyoruz. Ama kendimize cesaret edebilirsek eğer, hataları kabul edebilir, günahlarımızı affedebilirsek, eksiklerimizi saklamaktan vazgeçip, kirlerimizden temizlenmeye niyet edersek hayatımızın neresinde olursak olalım yeni bir başlangıcı hak ediyoruz. Ruhumuza meydan okur, çık karşıma diyebilirsek, sonunda onunla buluşup, derin bir bağ kurabiliyor ve yaşamaya başlayabiliyoruz…

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol