Yalnızlık ne kadar korkutucu bir kelimedir çoğu zaman. Kimsesizlikle, terk edilmişlikle, çaresizlikle kolayca karışır. Annemizden koparılarak alındığımız o ilk andan itibaren, ayrılmalara karşı alerjimiz vardır. Hayat da bunu bilir de, inadına üstümüze gelir aksi gibi. Bizi bağlandıklarımızdan, teker teker, acıta acıta ayırır.
Oyuncular değişse de, hikâyemiz hep aynıdır. Her zaman içimizde diğer parçasını arayan yarım bir elma saklıdır. İlk başta arkadaşlarımızla başlarız kendimizi tamamlama çabasına. Tüm sınırlarımızı kaldırır, yapışırız birbirimize adeta. Asla ayrılmayacak, en iyi dostları buluruz kendimize. Buluruz bulmasına ama sımsıkı sarıldığımız arkadaşımızla, zamanı geldiğinde, bambaşka yönlere savrulmamıza engel olamayız. Okullar ayırır, mahalleler ayırır, şehirler ayırır bizi. Elimizde yarım bir kalp, arkalarından bakakalırız.
İncitir, örseler, şaşırtır bizi yalnızlık. Tek kalmamak adına, yamalı sevdalar yaşarız. Kendimizi öyle eksik hissederiz ki, diğer yarımızı bulamadıkça hep aksak adımlar atarız. Kim bilir ne umutlarla teselliyi, kırık dökük aşklarda ararız. Bu sefer tamamdır, olmuştur. Beklediğimiz o sahici ilişki kurulmuştur. Bir yapboz gibi birbirine kusursuz uyan parçalarımız sonunda tek bir mükemmel kalbi oluşturur. Bizde olmayan ne varsa sevgilimizde tamdır. Onun bütün eksikleri ise bizde fazlasıyla vardır. Parçalar birbirine öyle bir geçer, dört bacak yere öyle sağlam basar ki beraber, daha anca emeklemekte olduğumuzu anlayamayız. Öyle ya, mükemmel bir denge ile yürümekteyizdir. Arayışımız bitti, hedefimiz gerçekleşti zannederiz. Birbirimizden asla kopmayacağımıza, dolayısıyla bir daha yere eksik basmayacağımıza koşulsuzca güveniriz.
Hayat, neden bilmem şaşırtmaları sever. Sağ gösterir sol vurur, acımadan ters köşeye yatırır. İdeal ilişkideki mükemmel ikilinin, mükemmel uyumu kısa zamanda kâbusa dönüverir. Birbirini sevgiyle saran kollar, çok sürmez birer kelepçe haline gelir. Hani bende olmayan ondaydı. Hani ben durgundum o ise hareketli, hani ben sakindim o ise coşkulu. Benim çekingenliğimi onun girişkenliği dengelemiyor muydu? Ne ara olur bilinmez ama o en sevilen özellikler, sinirimizi en çok bozan davranışlar haline gelir.
Sabırsızdır insanoğlu, eşini daha emeklemekteyken aramaya başlar. Henüz tek başına ayakta duramazken, dengesini bulup yere sapasağlam basamazken tutunur hayat arkadaşına. Can havliyle sarılır ona. Her ikisi de birbirlerinin kurtarıcısı olurlar. Tek başlarına ayağa kalmaktansa çareyi birbirlerine dayanmakta bulurlar. Yürümesine yürürler hayatta, belki çok yol bile alırlar. Hatta bazen o kadar iç içe geçerler ki, iki yarım olduklarını unuturlar. Bu noktaya kadar her şey hala romantik bir peri masalı gibidir. Ta ki, çiftlerden biri artık diğerine dayanak olmak istemediğini fark edene kadar. Belki koltuk değneği olmaktan sıkılır, belki koltuk değneğine ihtiyaç duymaktan. Acaba ben kendim yürüyebilir miyim diye merak etmeye başlar. Tek başıma ayakta durabilir miyim?
Bir başına kalmaya cüret edebilene dek, fark etmese de yapayalnızdır küçük insan. Bunu içten içe bilir, defalarca ezeli korkusuna yenilir. Oysa yalnızlık sanıldığı gibi yollarımıza pusu kurup beklemez. “Yalnız olmayı bilmeyenlerin beraberliğine inanmam.” der Murathan Mungan. Esas, mecburi ilişkiler, korkudan sürdürülen birlikteliklerdir kişiyi amansız bir kimsesizliğe iten. Kendimiz olamadıkça, benliğimizi yok saydıkça daha çok ürkeriz ıssızlığımızdan. Bir hayalimizdeki “ben” vardır bir olduğumuz “ben”. Bazen sandığımızdan iyi bazen umduğumuzdan çok azdır içimizdeki yabancı. Gözümüzü aynadaki imajımıza diker, merak ve endişe karışımı duygularla tanıdığımız bir şey ararız.  Ama en berrak aynalar bile bize bizi, sevdiğimizin gözlerinden yansıyan halimiz kadar net gösteremez. En çok eşlerimiz bize aynadır. Ardından ahbaplarımız, hasımlarımız, iş arkadaşlarımız, sosyal çevremiz gelir. İnsanı en iyi, insan yansıtır. Dostlarımızın ve düşmanlarımızın ise çok azı bu unvanlarını hakkıyla taşır. Hangi yönümüzle dostsak arkadaşımızdan da o yansır, neyimizi sevmiyorsak düşmanımızdan da bu. Kendimizle güler kendimizle ağlarız da bunu hep birileriyle yaptık sanırız.
Her insan yürümeden önce emekler. Biz de hayat yoluna ilk olarak, eşlerimizle çıkarız. Bir başınayken bütünlenmekten acizdir âdemoğlu. Çift olmayı becerir de tekliğe cesaret edemez. Eş seçmekse mevzu bahis, en parlak aynayı seçer, ışıltılı, cilalı olanı. Sevdiğine bakar, kendini görür, kişiliğini bulur, eşiyle büyür, eşiyle kalkar ayağa şanslı olanlarımız. Birbirlerini sıkıca tutarlar ama vazgeçilmezliğe soyunmazlar. Sağlıklı büyüyen çiftler, birbirlerini özgürleştirebilenlerden çıkar. Karşılıklı, birey olma hakkı verenler, tek başınalıklarını yüreklendirebilenlerle kurulur gerçek bağ.
Ne zaman ki kişi yalnız kalmayı da öğrenir, işte o zaman beraberlikleri daha sağlam ve zengin bir hale gelir. İdeal birlikteliğe, iki tek kalarak, ulaşabilmek ilham verse de her çift bu şansı yakalayamayabilir. O sebeptendir ki nice çifti harcar da insan anca bir tek olmayı öğrenir.
Yalnızlık ise sanıldığının aksine güzeldir. Doymayan bir açlık, kimsesiz akşamlar, dipsiz kuyunun kör karanlığı değildir. Tektir zaten her insan, kendinden ibarettir nihayetinde. Bu durumda yalnızlık olsa olsa basit bir gerçektir. “Ben sensiz yaşayamam diyenlerden değilim. Sensiz de yaşarım; ama seninle bir başka yaşarım.”derken bence tam da bunu kasteder Nazım. Bir başına, yalnız da kalabilecekken, sevdiğiyle daha fazlasına varmanın zenginliğinden bahseder.
Zaman bugün, korkularla yüzleşme zamanıdır. Çok uzun yollardan geldik, çok ciddi bedeller ödedik kayıp benliklerimizi ararken. İnsan, benim gözümde en cesur çağındadır. Bulduklarıyla başa çıkabilmek, içindekilerle uzlaşabilmek sonra yeniden anlayabilmek gayreti vardır. Elbette ki zordur, yolu dikenlidir bu denli çetrefilli bir arayışın. Ancak tüm büyük keşifler gibi insanın kendiliğine yolculuğu bir küçük, gözü kara “ilk adım”da saklıdır.
Bilmem farkında mısınız, tüm dinler ve kadim bilgiler söz birliği etmişçesine aynı haritadan bahsederler. Kim neye ulaşmak isterse, ihtiyaç duyduğu şey yine içinde saklıdır derler. Özlediğimiz her ne ise, kaynağı, bir türlü gözümüzü dikip de bakamadığımız ruhumuzun karmaşık labirentlerinde. Bence eski zamanlarda ne olmuşsa olmuş, insan kendine ve oradan da evrene ulaşabileceği gerçeğini unutmuş. Yalnızlığıyla baş başa kalmaktan korkmuş ve kendini kendinden korusun diye bir diğerine muhtaç olmuş.
Cesur bir ilk adımdan bahsetmiştik ya biraz önce, iyisi mi, en kısa zamanda bir buluşma ayarlayın size, sizle. En sıcak tebessümünüzle, mis kokulu bir kahve hazırlayın kendinize. Kim bilir ne zamandır sevgi ve anlayışınızı esirgediniz üzerinizden. Kim bilir kaç yaşındaydınız en son halinizi hatırınızı sorduğunuzda. Herkesleri dinlediniz, dertlere ortak oldunuz da, kendinizi ihmal ettiniz belki de yıllarca. Bakmayın deli diyenlere, kimse yok, “kim”le konuşuyor diye alay edenlere. Onlar yeterli cesareti henüz bulamadılar elbet, “kim”seleriyle karşılaşamadılar. Oysa artık biliyorsunuz, içinde denge ve harmoni olmayan, başkalarıyla da uyum sağlayamıyor. Kişi içine bakmayı reddederse, dışında gördüklerini de doğru algılayamıyor.
O ilk adım atılmaya görsün, cesaretimize en çok biz şaşarız. Yalnızlığa cüret edebildiysek, artık geriye dönüp bakmayız. Her kabuk, her kılık, her maske üzerimizde gitgide ağırlaşır. Birer birer sıyırdıkça kostümlerimizi, sadelik ve çıplaklık daha çok arzulanır. O yöne sapmışsınızdır bir kere, hayata dair bildiğiniz diğer tüm yollar keçi yolu gibi ilkel ve yetersiz kalır. Küçülür, hafifler, azalır sanki başta insan. Bir bakar, bir daha bakar ürkekçe, o güne kadar hiç görmediği, hem aşina hem yabancı olduğu özüne. O küçük dev karşısında hayranlık mı şaşkınlık mı duysun bilemez, öylece kalakalır.
Tanışmaların en zorudur kendiyle tanışma. Utanmaksa alabildiğine hissedilir, ihanet ettiği ruhuna her baktığında. Bir özür arar çaresiz, bulamaz. Küçüktüm der fısıltıyla, cahildim. Hep eksik, hep zayıf, hep hatalı hissettim. Eksik olmasına eksik, zayıf olmasına zayıftır belki ama esas yanlışı, kendini bunlardan ibaret sanmasındadır. Hatasından öğrenir, zafiyetiyle güçlenir yalnız insan.
Kendine güldükçe eğlenir, merhamet ettikçe bağlanır yaşama. Öğrendikçe eksilir, büyüdükçe zayıflar, bildikçe korkar hayattan belki ama artık kaçmaz ne çirkin ne de güçsüz taraflarından.
Er ya da geç, ayağa kalkar insan, tökezleyerek de olsa o ilk adımını atıverir. Sabırlıdır bu sefer bekler, yürür önce, sonra koşmayı becerir. Hele ilk defa tüm hızıyla koştuğunda, kalbi ağzında, rüzgâr saçlarında, her anlamda özgür ve tamamen tek başınayken, gözleri hakikati görür, sırra vakıf olur en sonunda. Yalnızlık korku vermez, ihtiyaç olur bir anlamda. İşte o an bilir ki, tek başına da yaşar ama sevdiğiyle bir başka yaşar ve de bu sefer hakkıyla yaşar bizim gözü kara insan. Doyasıya âşık, delicesine tutkulu, hiç olmadığı kadar kararlı, bir o kadar da bağımsızdır yaşamda. İlk defa iki kişi bir çift etmiş, ilişki artmış zenginleşmiş, kendini göze almıştır adem, tüm o yalnızlıklardan sonra…
Guest Dergisi 

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol