Yazılarımı biraz takip edenler bilirler, işim insandır benim. Psikoterapistim. Her meslek zaman geçtikçe ince ince sahibinin hayatına işler. Dünyaya bakışını, algısını, anlamlandırmasını etkiler ve işinize ne kadar gönül verdiyseniz hayatınız o derece keyifli hale gelir. Ben meslek seçimi açısından şanslı insanlardanım. Her anından çok keyif aldığım, her gün yeni bir şeyler öğrendiğim, merakımı ve heyecanımı hiç yitirmediğim bir işim var. Büyük bir lütuf bu biliyorum, şükretmeyi hiç unutmuyorum.

Bazı günler diğerlerinden zor oluyor elbette. Her ne kadar hayatta her şey insan için diye düşünmeye çalışsam da, insanın katlanabilme gücü beni bazen utandırıp çoğu zaman hayran bırakıyor. Odamdan içeri ürkek adımlarla giren bu çocuk kadını tanıdığım gün de meslek hayatımın unutulmazları arasındadır. 38 yaşında, şizofreni hastası bir kadındı o günkü danışanım. İlk defa psikologa geliyordu. Neredeyse yirmi senedir ağır bir tedavi altındaydı. Defalarca akıl hastanesinde yatmış, kendi zihninin içerisinde hapis, çaresiz gözlerle hayata, parmaklıkların ardından kaçamak bakışlar atmıştı.

Bana gelmeye karar vermesi izlediği bir televizyon programı sayesinde olmuştu. Hastalığıyla cebelleşirken, hayatı ilaçlar, ataklar, hastane arasında geçerken konuşmak istediğini fark etmiş bir gün. “İnsana benzer hiçbir lüksüm olmadı” demişti bana. “Buraya sadece biriyle sohbet edebilmek için geldim”. Ben ömrümde konuşmaya, anlatmaya bu kadar aç, dinlemeye bu kadar istekli nadir insan gördüm. “Otuz sekiz yıldır hayattayım, daha bir gün bile yaşayamadım gibi geliyor” demişti ilk cümlesinde. Yaşı büyüktü  belki ama o yaşa göre öyle tertemiz kalmıştı ki, karşımda küçük  bir kız çocuğu oturuyor gibi hissediyordum. Korunmasız, naif, ürkek ama yine de umutlu, yine de coşkulu gözlerle bakıyordu bana. Burada; akıl hastanesinde gördüğü muameleden,  aklının ona oynadığı acımasız oyunlardan, hiç aşık olamamasından, terk edilememesinden, hiç sınav stresi yaşayamayıp, normal tek bir gün geçirip çok sıkılmaya bile razı olmasından, hiç konsere gidememesi, gördüğü ve duyduğu hiçbir şeyden şüphelenmeden yaşadığı bir saati bile hatırlayamamasından bahsetmeyeceğim. Beni çok etkileyen bir sorusundan bahsedeceğim. Samimiyetle ve gerçek bir merakla sorduğu, cevabını hala veremediğim sorusundan:

Seansın ortaları gibiydi. Sanki o değil, ben iyileşiyordum  anlattıkça. Hasta olan oydu ama öğrenen bendim. Hayatı öyle bir açıdan tanımlıyordu ki, bildiğim her şey anlamsız gelmeye başlamıştı. Üzüldüğüm her şey ise ziyan. Belki de bu sebepten hazırlıksız yakaladı beni sorusu: “İnsanlar kötü galiba, değil mi Burcu Hanım?” deyiverdi birden. Böyle acı yüklü bir soruyu o kadar doğallıkla sormuştu ki, etkisi çok daha çarpıcı oldu benim için. O an içimi çekmekten ve hafifçe tebessüm etmekten başka bir şey yapamadım. Bir saniyeden kısa bir süre içinde insanlıkla ilgili o kadar çok ayıp doluşmuştu ki zihnime, hepsini birden kovalayıp, içini ferahlatamadım. Belli ki bu cevabı uzun zamandır arıyordu, üzerinde düşünmüştü. Benim suskunluğum, onun beni teselli etmesine yol açtı. Yani biliyorum, dedi, olmak istemiyorlar ama sanki bazen kendilerini tutamıyorlar ve o zaman çok kötü oluyorlar…

İşte o seanstan beri düşünüyorum ben. Belki üzerinden dört ay geçti. Her gün bu soruyla uyanıyor, bu soruyla uykuya dalıyorum. Cevabı bilmediğimden değil, cevabı biliyorum. Her zaman bildim ve hiç şüphe etmedim. Ben insanın iyiliğine inanıyorum. Her ne  kadar insan eylemlerinden çoğu zaman utansam, yaptıklarına öfke duysam, yapmadıklarına akıl erdiremesem, bencillik ve cüretinin şuursuzluğundan dehşete kapılsam da, sıklıkla ifade ettiğim gibi ben insanın özüne ve mayasındaki iyiliğe gönülden inanıyorum. İşimi de bu yüzden seviyorum. Aksini düşünsem eminim ki bir saniye bile var olamazdım bu meslekte. Beni düşündüren, üzen, insana duyduğum şüphe değil. Benim şevkimi kıran, bu iyiliği görebilmenin, fark edebilmenin ve görmeyenlere gösterebilmenin gitgide zorlaşması. İnsanın sevgisizleşmesi ve kendi güvensizliğine teslim olması. Bireyselleşiyor derken yalnızlaşması, üretiyor derken kısırlaşması, zenginleştiğini zannederken gitgide cimrileşmesi. Sahip oldukça verememesi, ömrünü uzattıkça yaşayamaması, çeşitlendirdikçe tat alamaması.

İnsanın kötülüğüne inanmıyorum. Ancak kendinden ve doğadan uzaklaştığını görebiliyorum. Eski aşklar neden çok daha büyüktü biliyor musunuz? Çünkü aşıklar birbirlerine uzun mektuplar yazarlardı. Kendi el yazılarıyla. Kalbin sözlerini, el kağıda döker, yazanın da okuyanın da zihnine ve ruhuna kazırdı. Mesafeler uzaktı eskiden, dünya büyük, imkanlar küçüktü. Ama aşklar ölmez öyle zamanlarda. Her yeni zorlukla büyür, her çabayla güçlenir, kavuşamadıkça yoğunlaşır. İnsanlar birbirine hasretti ama sevgi ve aşka değil. Hayat katıydı ama kalpler yumuşak. Şartlar zorlaştıkça merhamet artardı ve bugün aradığımız o iyilik, insanı her şeye rağmen bir arada tutardı.

Nereden geldik, nereye gidiyoruz, ne umup ne bulacağız bilemiyorum elbette.  İnsanın var oluş macerası bence henüz hala idrakimizin dışında. Büyük şeyleri, anlar içerisinde keşfettiğimiz ve yaratılan her şeyle olan bağımızı tüm gücüyle hissettiğimiz de oluyor, minicik detaylar içerisinde kendimizi kaybedip her şeyi büsbütün reddettiğimiz de. Belki aklımızın ve ruhumuzun gelgitlerini sadece gezegenlerin çekimi oluşturuyor, belki de gerçeğe her yaklaştığımızda korkuyoruz ve tam içeri girecekken büsbütün geri kaçıyoruz. Dedim ya, henüz anlayamıyorum, bazen yakalayıp çoğunlukla kaçırıyorum. Amaç anlamak değil veyahut. Sadece olmak ve hep dediğimiz gibi, olana uyum sağlamak.

İnsan yabana atılacak malzeme değil benim gözümde. Evren ölçülerine göre daha belki de bebekliğinde. Büyümeye çalışıyor, öğrenmeye çalışıyor. Kendini, koca adam oldu, güçlendi, her şeyi çözdü zannederken bugün hala cezadan korkuyor ve ödülle motive oluyor. İnsan bir alem. Demek istediğim, alemlerin bir yansıması. İçinde büyük bir şey barındırıyor. Ölesiye korktuğu, hasret kaldığı, büyülü, güçlü, sevgi dolu, tanrısal bir öz sanki. İnsanın yolu uzun, kendine öfkesini yenmeyi öğrenecek daha. Doğadaki yerini hatırlayacak. Zarar verdiği her canı telafi etmeden kurtulamayacağını fark edecek. Her gözyaşı tebessüme dönüşmeden mutlu olamayacağını. İnsanın yolu çetrefilli, tuzaklarla dolu. Ama hiçbir şey bilmesem de şunu biliyorum, zoru sever ademoğlu. Hayatı da sırf bu yüzden zor. Varla yokla mücadeleyi sever, o yüzden ya saldırı ya savunmadadır çoğu zaman. Her şey ile hiçbir şey arasında insan. Öylesine çok, nasıl da az. Tanımlama çabaları boşuna. Ama şuna gönülden inanıyorum, içten içe biliyorum ki, insan kötü değil. Belki yalnız, belki mutsuz, belki inançsız ve küskün ama kötü değil.

Şair Ömer Yücel’in şiirini sevgili Kıraç seslendirirken ne düşündü bilmiyorum? Belki dinlemişsinizdir, her seferinde içime işler benim. Öyle yalnız hissedersiniz ki.

Bugün yıkığım biliyor musun

Ezginim,çaresizim,umutsuzum

Bırakma beni, insanlar kötü

Bırakma beni korkuyorum

Ama ben dinlerken yalnızlıktan çok burukluk hissediyorum. İnsanın kendinden gitgide kopmasının burukluğu. Sonra da diyorum ki, büyüme belirtisi belki bu da. Önce kendine yabancılaşacak, sonra kendini fark edip özüyle yeniden buluşacak. Ama bu aşamalar elbette ki zor olacak. Ergenleri izleyin, onlarda insanın bugününü bulabilirsiniz ve ergenlik çok zor ama imkansız değildir, bunu da hepimiz biliriz.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol