1408 yılında vefat eden büyük düşünür İbn Haldun, bir devletin/iktidarın nasıl zeval bulacağına, yani çökerek tarihten çekileceğini dair ölümsüz tespitler yapmıştır. İbn Haldun’dan bu yana altıyüz yıl geçmiş olmasına rağmen tespitleri hala taptaze, hala dipdiri…
İbn Haldun’u günümüze çevirerek söyleyecek olursak aslında demek istediği “Devletin sorunu devlet, milletin sorunu millettir. Buna Ali Şeriati’yi de eklersek; dinin sorunu da dindir. Yani devleti yerinden kımıldatmayan içte bir karşı devlet, milleti kokuşturan içte bir karşı millet, dini uyuşturup afyonlayan da içte bir karşı din vardır.
Kimse, öğretmen “Hey sen” deyince arkasındaki duvara bakan en arka sıradaki öğrenci gibi arkasına veya sağa sola bakınıp durmasın. Kendi içinden kokuşup çürümedikçe ne devleti, ne milleti ne de dini kimse yıkamaz. Bir yerde yokoluş varsa kokuşmuşluk vardır. Tefessüh (kokuşmuşluk) tezelzülün (onursuzluk, zillet), zillet de zevalin habercisidir.
Mehmet Akif 1913 yılında İbn Haldun’u bir kez doğrulayarak gayet yerinde teşhisi koymuştu;
“İçerdedir darbe… Dışarıda değil… Asla değil!
Sonra olmaz dünyada ezkazara bir şey böyle bil
‘Gökten gelen bela’ sözünün manası yoktur herzedir
En beyinsizler bile zira istikbali kestirir
Gökten inmez bir de hiçbir şey… Bütün yerden taşar”
Kendi ahlakıyla bir millet ölür yahut yaşar” (Safahat)
 İbn Haldun’a göre devlet asabiyetle kurulur, fakat sadece asabiyetle devam edemez. Devletin bir felsefesi, ideali, doktrini, akılcı bir programı olmalıdır. Sadece asabiyete dayanarak geniş ve uzun ömürlü devletler kurulamaz. Bu tür asabiyetler bir anda parlar, iktidarı ele geçirir ancak sorunlara akılcı ve kalıcı çözümler bulamayacağı için söner gider.
Öte yandan ideal bir devlet fikrinin de millette kuvvet bulmaya, bir asabiyete dayanmaya ihtiyacı vardır. Peygamberler bile toplumda güç bulduktan, bir asabiyete dayandıktan sonra başarılı olabilmişlerdir. Ancak her asabiyete sahip olanın samimi ve iyi niyetli görüntü vermesine de kanmamalıdır.
Bazıları kendi çıkarları için dini asabiyeti istismar (telbis) eder, sahtekarlık (mülebbis) yaparlar. Demek ki sağlıklı bir muhalefet için güçlü bir asabiyete dayanmak gerektiği gibi iyi niyetli ve samimi olmak lazımdır (Mukaddime, I-488 ).
İbn Haldun’a göre bir devletin tabii sınırları vardır. Devlet o sınırlara ulaşınca durur. Devletin sınırlarını arazi şartları ve coğrafi engeller tayin eder. Fakat daha çok, devletin sahibi olan topluluğun sayısı, hamle kabiliyeti, hücum yeteneği, teşebbüs ve istila kuvveti daha etkili olur. Bu noktada zayıf olan devletler daha fazla genişleyemezler. Keza devletin ömrünün uzun olması ve geniş topraklara uzun asırlar hükmetmesi, asabiyetin güçlü, sayılarının da çok olmasına bağlıdır.
İbn Haldun’a göre “çok sayıda kabilelerin”, “çeşit çeşit cemaatların” bulunduğu topraklarda, kuvvetli, sağlam bir devletin kurulması zordur (Mukaddime, I, 492, 495, 496 ). Acaba İbn Haldun burada sağlam bir devlet için “iç muhalefetin” tümüyle susturulması gerektiğine mi işaret ediyor? Öyle görünüyor ki onun şikayet ettiği şey çok renkli bir iç muhalefetin “devletin işleyişini engellemesi”, “muhalif gurupların birbirini çelmelemesi” diye ifade ettiği olaylardır.
Yani rejim çalkantıları içinde yaşayan bir devlet haliyle güçlü olamayacaktır. Muhalefetin barışçı yollardan sisteme katıldığı, iç çatışmaların düzene sokulduğu, muhalif gurupların enerjisinin devletin yükselmesine yönlendirildiği ülkelerde, iç muhalefet devletin gücünü zayıflatan değil tam tersi artıran bir işleve sahip olacaktır. Bu durumda çok seslilik, İbn Haldun’un tabiriyle “çok sayıda kabileler, çeşit çeşit cemaatlar” devletin güç kaynakları haline gelecektir. Bu da ancak katılımcı bir sistem içinde mümkündür.
İbn Haldun’un çağında mülkü ilahi bir hak olarak gören hanedanlar ve bu ilahi hakkın kendinde olduğunu iddia eden karşı-hanedanlar kıyasıya bir çatışma içindeydi. Kim güçlüyse o diğerini bastırarak “ilahi hakkı” elde ediyordu. Bir devlette istikrar, muhalefetin barışçı yollardan sisteme katılması yoluyla değil, güç ve kuvvet kullanıp bastırılarak oluyordu. Baskı gevşeyince muhalefet zembereğinden boşalmışçasına patlıyor, iç savaşlar ve rejim çalkantıları kaçınılmaz hale geliyordu.
İbn Haldun devlette “tek adam” (infirad) yönetiminin doğuşunu da tabii/fıtri kanunlarla açıklar. Şöyle ki: Farklı asabiyetlerden birisi diğerlerini bertaraf ederek mülkü ele geçir. İnsanın tabiatında varolan her şeye hakim olma dürtüsü giderek “tek adam” yönetimine dönüşür. İktidarını başkalarıyla paylaşmaz. Artık her şeyi kendisi belirler. “Bir küllükte iki horoz olmaz” sözü, İbn Haldun “Şan ve ihtişama tek başına sahip olmak mülkün tabiatındandır” şeklinde ifade eder. ( Mukaddime, I, 499). Bugünün sosyoloji diliyle ifade edecek olursak İbn Haldun’a göre bir sosyal devrim, bir toplulukta arzu, iştiyak ve hak talebinin (mutalebe) doğması ile başlar. Güçlü bir asabiyet (ordu veya halk desteği) oluşturarak iktidara yürür. İktidarı ele geçirince devrimi birlikte gerçekleştirdikleri diğer ortaklar bertaraf edilir. Bir tek kişinin iradesi diğer bütün kesimlere egemen kılınır. Muhalefetin bastırılmasıyla istikrar sağlanır. Devrim, böylece devlete dönüşür.
Devlet olmak rahatlık, bolluk ve refah getirir. Devlet iyice oturur, statükolaşır. Artık devlet olmanın getirdiği ağırbaşlılıkla hareket edilir. Yeni kurulan devlet önceki devlete galip gelmiş olsa da eğer medeniyetçe geriyse onu taklit eder. Önceki devletin, gelenek ve göreneklerini içselleştirerek devam ettirir. Bu, bedevilikten hadariliğe doğru bir evrilmedir (tatavvur, inkişaf, tekamül). Nihayet giderek asabiyet çözülür, devrim yıllarından kalma heyecan ve coşku kaybolur. Devlet olmakla ağır ve hantal bir statüko oluşur. Tören ve merasim devleti haline gelinir. Devletin sahibi yeni ataklar yapmak yerine devletin ilk kuruluş yıllarındaki töreleri (kanun-u kadim) korumaya ve muhafaza etmeye yönelir. Bunlardan ayrılınca devletin yıkılacağını sanarak koyu bir devlet muhafazakarlığı geliştirir.
Giderek lüks ve konfora dalınır, israf artar. Devlet asabiyet mensupları arasında pay edilir. Devletin her bir köşesi asabiyet (burada hanedan) mensuplarının şahsi çiftliklerine dönüşür. Milletin devleti temellükü ve temerküzü (kamusal ruh) kaybolur. Devlet, bir gurubun kendi arasında dönüp dolaşan ayrıcılıklı bir kulübe dönüşür. Makam, mansıp, şan, rütbe ve terfiden başka hiç bir şeyi gözü görmeyen bir asalaklar topluluğu ürer. Devletin manevi temeli ganimetçiliğe kayar. Hanedan, sülale, aile veya bir gurup azınlığın menfaatleri “Devletin ali menfaatleri” olur. Devletin bütün enerjisi bu ayrıcalıklı sınıfların çıkarını koruma ve kollamaya yönelir. Artık devlet milletten ontolojik olarak kopmuştur. Millet, bu asalaklar topluluğunu doyurmak için elinde avucunda ne varsa verir. Vergi, mahsul, ürün vs. hepsini doymaz bir iştahla bu asalaklar yer yutar. Devletin kasası açıldıkça açılır. Açıkları kapatmak için bir taraftan yeni vergiler konulur, diğer taraftan borçlanmaya gidilir. Devlet, bir gurup azınlığın “har vurup harman savurduğu” (israf ve terbiz) bir çiftliğe dönüşmüştür. Bu durumda devleti elinde tutan topluluk acze düşer, dışardan veya içerden yeni asabiyet dalgaları yükselir. Buna karşı koyamayınca artık o devlet için sonun başlangıcı (mahv, zeval) gelmiş demektir (Mukaddime, I, 499-505).
İbn Haldun’un anlattıklarından devletlerin doğuşu ve çöküşü ile ilgili aşamalı beş dönem çıkarılmıştır. Buna göre bir devlet kuruluş, gelişme, yükseliş, duraklama ve gerileme dönemleri olmak üzere beş safhada ele alınır. İbn Haldun, organizmacı ümran kuramına paralel olarak devletleri insanlara benzetir ve genellikle bir devletin ömrünün 120 yıl kadar olacağını söyler. Bunu biraz kısaltmak veya uzatmak mümkündür. Bütün bu dönemlerde yukarıda anlatılan haller vuku bulur (Mukaddime, I, 505).
İbn Haldun, mülkün tabiatıyla ilgili oldukça önemli bir fasıl daha açarak “tam bağımsızlık” (mülk ale’l-hakika) hakkındaki görüşlerini açıklar. Buna göre bir devlet (mülk) dahili egemenlik, vergi toplayabilmesi, elçiler gönderme (dış dünyaca tanınma), sınırları koruma ve yabancı himayesine girmeme ile tam bağımsız olur. Bunlardan birisi eksik olursa o devlet tam bağımsız değildir (Mukaddime, I, 537).
Demek ki İbn Haldun’a göre bir devleti zevale götüren sebepler daha anlaşılır ifadelerle şunlar oluyor;
1- Devletin hazinesine üşüşme olur; devlet çiftlik gibi yönetilir, paralar har vurup harman savrulur.
2- Boşalan hazineyi doldurabilmek için borç alınır.
3- Borçları ödemek için de vergiler artırılır.
Sonuçta ağır borçlanma ve yüklü vergiler sebebiyle devlet çarkı dönmez olur. Devleti elinde tutan “asabiyet” sahipleri acze düşer. İbn Haldun’a göre bunlar hangi devlette oluyorsa bilin ki o devlet için “mahv ve zeval” vakti gelmiş demektir…
İbn Haldun’un altıyüz yıl önce yaptığı bu tesbitler bir gerçeği bizlere yeniden hatırlatıyor; insanlığın “klasik” sorunları yine “klasik” yöntemlerle çözülmektedir. Zevale doğru giden devletler, bu durumdan kurtulmak istiyorlarsa, İbn Haldun’un söylediklerinin tersini yapmalıdırlar. Yani;
1- Devletin hazinesine yönelik “üşüşmeyi” dağıtarak, hazineye sahip çıkmak.
2- Hazineyi toparlayıp borçları ödemek
3- Borcu ödeyip halkı ezen vergi ve aşırı masraflara azaltmak, hatta kaldırmak…
Bu iş bu kadar basit mi? diyeceksiniz.
Evet, bu kadar basit.
Çünkü klasik sorunlar için üretilen ve hala geçerliliğini koruyan klasik çözümler, bilinmeyi değil uygulanmayı bekleyen evrensel ilkelerdir. Öyle olmasa İbn Haldun’un tespitleri bize çok tanıdık gelir miydi? Bilineni “uygulamak” için ortaya çıkan siyasi lider ve kadrolarda üç özelliğin bulunması yeterlidir; içeriye yönelmek, dürüstlük ve cesaret…
Fakat sorunların kaynağını “Gökten gele belalarda” veya “Dış mihraklardan gelen kışkırtmalarda” arayıp duranlarda bu özelikleri aramak beyhudedir. Ne zaman ki bu özelliklerle donanmış, yani “içeriye yönelen, dürüst ve cesur” lider ve kadrolar, milletin ve de devletin içinden saf iyilik ve adalet duygularıyla bir “huruç” hareketi başlatırlar, o zaman devlet de adam olur. Millet kendi özünde olanı değiştirip kendine gelince devletini de adam eder. Devlet adam olunca milletini ayağa kaldırır. Millet ayağa kalkınca da o ülkeyi kimse tutamaz.
Sizce İbn Haldun hangi ülkeden bahsediyor dersiniz?
(R. İhsan Eliaçık; Darusselam; Evrensel Adalet ve Barış yurdu,  İnşa Yayınları, s. 165-170, ist. 2007)

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol