Size de zaman zaman olur mu bilmiyorum? Her şey otomatiğe bağlanmış gibi, günler birbirinden farksızmış gibi, siz olsanız da olmasanız da kendiliğinden işleyen bir çark varmış gibi hisseder misiniz? Ben bazen gerçek hayatla rüya âlemi arasındaki kesin ayrımdan bile şüpheye düşerim. Olaylar o kadar benim kontrolüm dışında gelişir ki, kendimi cansız bir kukladan ayırt etmekte güçlük çekerim.
Peki ya siz? Hayatta olduğunuzdan emin misiniz? Yaşadığınızı nereden biliyorsunuz? Ya yaşadığınız hayatın size ait olduğunu? Başkasının rüyasında figüran olmadığınız ile ilgili bir kanıtınız var mı?

Hayatta olma kriterlerini bilim kesin çizgilerle tanımlamıştır. Onları karşılıyorsak şüphe götürmez bir şekilde canlıyız, içimizde bir yaşam enerjisi var demektir. Kimin hayatında olduğumuz ise bilimi ilgilendirmez, o daha ziyade felsefi bir meseledir. Ben zamanında şüpheye düşmüş olsam da bugün biliyorum ki, herkes sadece kendi hayatını yaşar başka kimseninkini değil. Evet, bazen hatlar karışır, algılar bozulur, sanki yaşadığımız hayat bize ait değilmiş gibi gelir ama aslında bizimdir. Tamamıyla ve gerçek anlamda bizim. Çünkü fark ederek veya etmeyerek, seçimlerimiz hayatımızın şeklini bir yere kadar bize bırakır ve eğer başkasının hayatını yaşıyor olmaktan şikâyetçiysek, bir kere daha durup düşünmemizde fayda vardır. Başkasının hayatını yaşadığımızı hissediyoruz evet, peki bizi o hayatta tutan ne?

Yaşadığımızı hayat yapan şey nedir peki?
Mesela bir gün ansızın yok oluversek? Bir parmak şıklasa ve biz hiç olmamış olsak, fark edilir miydi? Yokluğumuzun bıraktığı büyük boşluk, var olanları etkilemeye devam eder miydi? Varken yok olsak, elbette çevremizi etkilerdi, hatta buna şahit olan varsa, kıyamet alameti olarak, büyük ihtimalle haberlere konu edilirdi ortadan kayboluşumuz.
Hiç var olmasaydık ne olurdu peki? Benim cevabım çok tatmin edici, pohpohlayıcı değil korkarım ki: Hiçbir şey! Hayat insansız da devam ediyordu, hatta çok daha dengeli bir şekilde. İnsanlar geldi, iyi mi oldu orası tartışılır ancak hayat onlarla da devam etti. Kızmadı, küsmedi insanlara, beklenti oluşturmadı yaşam onlardan ve defalarca şans vermeye devam etti. Tek bir şartı vardı; tabiatta bedenler sınırlı, hayatlar sonlu olacaktı.

Milyarlarca insan milyarlarca hayat yaşadı ve gitti bu dünyadan. Kimi fark edildi, kimi fark edilmedi, ama hepsi bir şekilde bir şeylere temas etti. Kendileri için belki çok benzersiz, dünya içinse büyük ihtimalle çok önemsizdi yaşadıkları. Zaman zaman dünyaları başlarına yıkıldı, bazen bir anda o dünyalara hükümdar oldular ama bizim emektar yer küre bunu hiç hissetmedi.

Bugün, bu hayatta bir yer kaplıyoruz ve sağlıklı bir psikolojiye sahipsek kendimizi önemli ve değerli buluyoruz. Bulmak da zorundayız devam edebilmek için. Yaşamak kolay bir zanaat değil çünkü. Hayatta kalmaktan çok daha kapsamlı gereklilikleri var. Hayatta kalmak temel bir içgüdü, rol bitmeden göçüp gitmeye kalkmayalım diye. Evren veya yaradan, adına ne derseniz deyin, genlerimize öyle kodlar yazmış ki yaşamsal sürekliliği garanti altına almış. O sebepten, hayata geldiysek var gücümüzle burada kalmaya çalışacağız demektir. Doğanların yaşaması istenir. Bu da doğumumuza bir anlam yükler ister istemez. Kâh dirimizle kâh ölümüzle suya atılmış bir çakıl taşı olmamız gerekir, en küçüğünden de olsa bir dalga başlatmamız. Lüzumludur fakat vazgeçilmez değildir birey kişi olarak. Ya biz ya binlerce alternatifimiz, birileri büyük planda yapılması gerekeni yerine getirecektir. Büyük plan dediğim, evrenin planı. Zannediyorum ki mutlak ve değişmez bir plan. Belki ilk patlamayla, belki başka bir şekilde, sanki zamandan ve mekândan önce girmiş devreye ve o gün bugündür sürüp gidiyor. Amaç ve sonuçlarının ise bizim anlama kapasitemizin henüz çok üzerinde olduğunu düşünüyorum. Büyük resim dersek buna, içinde onu oluşturan rengârenk desenlerle, her boydan, başka planlar var. Ama benim size sorduğum ise en küçük plan, o engin renk deryasındaki minicik bir damla: Sizin kişisel yaşam planınızdan bahsediyorum, şahsi hayat projenizden.

Hiç var olmasaydınız şu hayatta, işinizi yapan birçokları bulunacak, anneniz bağrına başka evlatlar basacak, eşiniz aşkı diğeriyle yakalayacak, çocuklarınız değişik ailelerde büyüyecek, arkadaşlarınız farklı dostlar edinecekti. Dünya yine dönecek, mevsimler değişecek, büyük faciaların kederi küçük mucizelerle yine dağılıp gidecekti. Siz olmadan asla pişmeyecek o yemek afiyetle yenecek, siz olmadan katiyen yapılamayacak o toplantı zaferle sonuçlanacak, siz bakmazsanız aç kalacak o köpek ise sahibine terlik getirecekti.

Peki ya bunlar sizin yaşam kanıtlarınızsa? Hayatınızı, kendinizi vazgeçilmez sanarak ve hatta vazgeçilmez olmaya çalışarak geçiriyorsanız? Siz olmasanız da mutlaka benzer ve belki çok daha iyi bir şekilde işleyecek bir düzeni, var oluşunuzun ispatı sayıyorsanız?

Yaşadığınız hayatı “sizin” kılan, “size özel” yapan ne oluyor o zaman?
Öyle de böyle de sürecekse bu düzen, öfkeleriniz, küslükleriniz, nefretleriniz, tadından yenmez intikamlarınız, erişilmez başarılarınız, şan ve şöhretiniz, size mi yoksa büyük plana mı ait?

Yaşadığınızı nerden anlarsınız demiştim ya, yaşamınız sadece sizin içindir. Belki düşünürken, belki gülerken, belki acı çekerken, belki huzur verirken fark edersiniz varlığınızı. Belki dert belki deva olurken dolu dolu yaşayanlardansınız. Tercih çoğu zaman sizindir. Hayata öfke ve nefretle bakarken hisseden de var canlılığını, ılık rüzgâr tenini okşarken tebessümle idrak eden de…

İnsan öyle bir psikolojidedir ki, hayatı elinden alınırken, sağlığı bozulurken, ömrü tükenmeye yüz tuttuğunda, ağzının tadı kaçtığında, görüşü bulandığında fark eder aslında ne de keyifle yaşamakta olduğunu. Geç kalmış şükranlar doldurur hayatımızı. Meğer ne mutluymuşum, meğer ne sağlıklıymışım, meğer ne şanslıymışım der, iç çekeriz güzel ama zamanında fark edemediğimiz anlarımıza.

Yaşamınız siz tuttuğunuz sürece, kendi hayatınızı seçtiğiniz sürece size aittir. Nereniz acırsa canınız oradadır belki evet ama hayatınız da ona huzurla gülebildiğiniz kadar sizindir. Kederlerinizi kucakladığınız, sevinçlerinizi paylaştığınız oranda bedende can dolaşır. Yaşamın sırrı ise ona “değdiniz” anlardadır. Fark etmemek mümkün değildir o anları ve herkesin becerisi yüreğinde saklıdır. O anlarda nefesiniz kesilir, kalbiniz bedeninize sığmaz olur, öyle bir güç doldurur ki içinizi dünyayı yakalasanız durdurabilirsiniz bile dönmesini. O “an”lardır yaşamınıza can katan. Bir an bin güne bedeldir yeri geldiğinde. Tek bir an, ömrünüzü bile taşıyabilir kanatlarında.

Yaşamınız siz fark ettiğiniz sürece can taşır. Var olduğunuzu bildiğiniz, damarlarınızda akan hayat ateşini hissettiğiniz ve kimseye ispat etme ihtiyacı duymadığınız anlarda. Varlığınızın kanıtı da kendinizsinizdir işte o zaman, başka hiçbir şey ve hiç kimse değil. Bencilce, hedonist bir hayat yaşamaktan bahsetmiyorum burada. Diyorum ki; kanınızın son damlasına kadar, aldığınız her nefesle dokunsun hayata, etki etsin, hissetsin kalbiniz. Siz olsanız da olurdu olmasanız da, ama madem sizsiniz, kendinizi yaşayın. Hiçbir başarı, hiçbir aşk, hiçbir keder var etmese de bizi; içten bir tebessüm, tombul bir yağmur damlası, yeşil sarı yapraklar, incecik bir hilal kıymetlendirir ömrümüzü.

Hayata gelme kararını kendimiz almıyoruz belki ama varoluşumuzu şekillendirebiliyoruz. Yaşamımızın anlamını kendi seçeceğimiz temellere dayandırabiliyoruz. Kin, kavga, öfke ve çatışmayla doldurup isyanla geçirebiliriz günlerimizi. “Neden ben” diye sorarak ve bulduğumuz her nedenle daha bir küskünleşerek. Anlayış, tevazu, ilgi, merak ve neşeyi de seçebiliriz hayat tecrübesi adına ve “iyi ki ben”leri çoğaltabiliriz, kâh kahkaha kâh gözyaşlarımızla.

İyi ki demek için keşkeleri beklemek, karşımızdakinin değerini görebilmek için zamanında kendi değerimizden çok kaybetmiş olmak, sahibiyiz zannettiklerimizi bir bir elimizden alarak sanal aidiyetlerimizden özgürleşmemizi sağlamak, hayatın bize kendi gerçeğini anlatma yollarından en etkilileri belki de. Ama istersek çok daha çabuk öğrenebiliriz dersimizi. Her kayıpla yeniden yıkıldığımızda, ümitsizlikten hıçkırıklarla ağladığımızda, haksızlıklara alev saçan gözlerle baktığımızda, önce durup nefesimizi fark etmemizle başlıyor hayata ilk temas. Elimizi kalbimizin üzerine koyup, orada bizim için attığını fark ettiğimizde, biz ne yaşarsak yaşayalım onun devam eden ritmine kulak verdiğimizde, yaşadığımızın milyarlarca hayattan sadece bir tanesi olduğunu, deli yüreğimiz tevazuuyla hatırlatır bize. Biz olsak da olmasak da var olacak dünyanın, biz ne yaparsak yapalım değişmeyecek tablosunda bir fırça darbesi olan hayatımız, okyanustaki tek bir damla gibi. Okyanus için önemsizse de damla için hayati.

Sevmeyi yürekle, sevişmeyi ruhla, bedenin her hücresinde hissetmek, ağız dolusu kahkahalarla gülerken akan gözyaşlarını elinin tersiyle silmek, mutlu olmak için yarını, dinlenmek için tatili, çalışmak için parayı, yaşamak için zamanı beklememek, denizde son sürat giderken elini uzatıp suya değdirmek ve bardaktaki şarabı son damlasına kadar içmek… Var olmak benim için bunlar, sizin için ise çok başka şeyler demek…

Ama en önemlisi, hazır sıra bizdeyken, tüm görkemimizle sahnedeyken, rolümüzü dolu dolu, inanarak oynamak demek…

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol