Türkiye’nin çok sesli siyasete geçme ve siyaseti, yalan dolandan arındırarak şeffaflaştırma ve siyaseti, çatışma değil uzlaşma alanı olarak kurumlaştırma mücadelesi, yarım asrı aşarak, hâlâ devam etmektedir. İnsan kısım kısım, yer damar damardır ve farklılaşmalar, doğada ve toplumda çok doğaldır. Öte yandan siyasi mecrada, doğal farklılıkların birlikte yaşayabilmesini güçlendirme iradesi, kesintiye uğratılmakta, toplumun doğal uyum ve denge arayışı sürekli bozulmaktadır. Tek sesliliğe güç veren ve dönemsel dar çıkarları gözeten popülist siyasetten vazgeçme iradesi, siyasi düzlemde, hâlâ mutlak ve güçlü bir alternatif oluşturamamaktadır. Çünkü bu sonuçların, hangi tarihsel ve sosyolojik nedenlerden kaynaklandığı konusunda doğru çözümlemelere ulaşmak için çaba gösterenler, zulme uğramaktadır.

Siyasette ayrıştırıcı değil, bütünleştirici, kutuplaştırıcı değil uyum ve denge kurucu, saldırgan değil barışçıl bir dil ve uslûp, hakim yönelim haline gelemiyor. Öyleki fetihçi, saldırgan ve kabadayıvari bir zehir, kitlelerin ruhuna sürekli zerk ediliyor. Görülebilir bir derinliği ve gerçekleşebilme olasılığı olmayan, kutuplaştırıcı ve saldırgan plânlar, sahtekârca yaldızlanıp, tarihsel bir “uyanış” edasıyla sunuluyor. Aslında sahte hayallerle zehirlenerek, derin bir uykuya daldırılan bu kitleler, rüyadan uyandıklarında tıpkı 2.paylaşım savaşı sonrasındaki Alman, İtalyan ve Japon halkları gibi, nasıl bir melânete bulaştıklarını anlayacaklardır ama nihayetinde çok büyük bir bedel ödeyeceklerdir. Bu hataların telâfisi, zaman uzadıkça daha da zor olacaktır.

Vatanımızda, toplumun özgür iradesini temsil eden sivil toplumsal kurumlar, henüz bütünüyle meşruiyet kazanmış değildir. Sivil hayatın iradeleşmesi mücadelesi kıyasıya sürmektedir. Bugün, Türkiye’nin kadim halkları, farklılıkları zenginlik olarak koruyan sivil toplumsal iradeleşmeden ziyade, iradelerini şeyhlere, mollalara teslim etmeleri ve tek renkli, tek sesli, gönüllü bir teba oluşturmaları doğrultusunda, tarikat ve mezheplerin kuşatması altındadır. Tarihle “koparılan” bağımızı yeniden kuruyoruz propogandası, esasında kitlelerin, kurgusal ve aldatıcı bir tarihe teslim olmalarını sağlamak için yapılan, çok derin bir provakasyondur. “Refah seviyemiz yükseldi ve devasa ekonomik projelerimizle, dünyanın en hızlı gelişen güçleri arasına girdik” yalanı, kitlelerin ekonomik hayatında bir karşılık bulmadığı için, kirli siyaset, tam bir karalama ve yalanla beslenme alanı olarak ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Tarihinin hiçbir döneminde siyaset, yalan döngüleriyle bu kadar kirlenmemiş ve temiz siyaset çabaları, bu denli fütursuz ve gaddarca boğulmamıştır. Öte yandan açlık sınırında yaşamaya mahkûm edilen kitlelerin, şımardıkça şımaran bir zenginliğin cebir ve hilelerine kanması, er geç son bulacaktır. 

Her toplumsal yapılaşmanın tarihinde, karanlık ve meşakkatle geçen acı dolu dönemler olmuştur ve olacaktır. Tarihin yüzü her zaman güleryüzlü değildir. Zalimlere karşı direnme iradesini gösterebilen halklar, birleşip bütünleştikleri oranda, bu zorlu sınavlardan alınlarının akıyla çıkacaklardır. Yeter ki nifak ve fesat tohumlarını eken zalimlerin hile ve tuzaklarına karşı, uyanma ve birleşme odağını ve barış kutbunu birlikte oluşturabilsinler. Bugün emperyal-kapitalist merkezler, bölgemizde ve ülkemizde, her türlü parçalanma ve halkları iradesiz kılma plânını uygulamaktadırlar. 

Özgür ve ortak vatanda barış içinde bir arada yaşamak ve özgür yurttaşlık bilinciyle, eşitler arası sorumlukları yerine getirmek yerine, Türkiye halklarına; benliğini iradesizleştiren, bağımlı ve güdümlü, cılız bir siyaset dayatılmaktadır. Bunun için gerek Araplarla, gerek Farslarla ve gerekse Kürtlerle aramıza, etnik ve mezhepsel nifak tohumları ekilmekte, Orta Doğu’da oluşan savaş bataklığı daha da derinleştirilmek istenmektedir. Her insan gibi her halkın da, kendini koruma ve hayatını özgürce devam ettirebilme hakkı vardır. Birbirleriyle egemenlik yarışına giren halklar değil, bir avuç zalimin elinde saldırganlaştırılan devletlerdir. Sosyolojik olarak devlet, toplumun denetimine açık şeffaf bir araç olması gerekirken, coğrafyamızda despotlaştırılan otoriter devletler, bir amaç haline getirilmiş ve toplumlarının başına belâ edilmişlerdir. 

Bu anlamda devlet zihniyetine yön vermesi gereken bir avuç zalim değil, toplumdaki farklılıkların eşitler arası sorumluluk bilinciyle ortaklaşmasıdır. Ortak iyilik bilinci, ceberrut ve despotik devletin pan zehiridir. Bu bilinçle barışçıl bir öze kavuşan devlet; farklılıkların, eşitler arası sorumluluk bilincini koruyan gücüne dönüşebilir, çoğulcu ve katılımcı bir toplumsallaşmanın engelleyicisi değil güçlendiricisi olabilir, kutuplaştırma ve ötekileştirmeyi derinleştiren değil, aksine engelleyen bir formasyona çıkabilir. Bu değişim ve dönüşümü başarmak, toplumsal adalet ve tarihsel saygınlık için kaçınılmaz bir zorunluluktur. 
Toplumun şeffaf denetimine açık olması gereken devlet denilen araç, toplumdaki bütün dinamiklerin özgürce iradeleşmesi için, tam ve eksiksiz objektif bir nesnelliğe kavuşturulmalıdır.
Devlete ilişkin temel bakışımız, böylesi bir hakikat yönelimi ve değişimi taşımadığı taktirde, mazlum toplumların gaddar devletlere kurban edilme ritüelleri devam edecektir. 
Toplumların hakikat ekseninde özgürleşmesinde barışçıl devlet; halkların ortaklaşan adalet ve özgürlük mücadelesinde, önemli bir dinamiktir. 
Hakikatleri yazan objektif tarih; zalimleri lânetle, birleşerek ortaklaşan mazlumları ise sadakat ve onurla anmaktadır. 
 

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol